Jambo Kenya! - Nairobi ve Masai Mara, Şubat 2015
Yıllık
ekip toplantısı alternatifleri arasında Kenya'yı görünce, yoğun lobi
faaliyetlerine giriştim, anlayacağınız üzere başarılı da oldum:)
Hazırlıklar
kapsamında önce hangi aşıyı oldun geyiği başladı (Türk vatandaşlarının Sarı
Humma aşısı olması ve sıtma önlemi alması (aşı, haftalık-günlük haplar)
yeterli). Sonra güvenlik ve hijyen konusunda sıkı tembihler bunu takip etti
(açıkta birşey yeme, sinek ilacı kullan, dişini bile şişe su ile fırçala)
7
saatlik uçuş sonrasında kapıda vizemi aldım. Sabah 4 gibi Rose Kempinski oteline vardık, otel tam benim aşık olduğum
Colonial mimariye sahip. Kısa uyku, hayatımda bir ilk olarak dişlerimi pet
şişedeki su ile fırçaladım.
Bu
arada gıda güvenliğinin yanı sıra, genel bir güvenlik uyarısı durumu var.
Tanıdık taksi-transfer aracı dışında sokağa çıkmamaya, yürümemeye and
içerek Tawfiq ile otelden bir taksiye bindik.
Sürücümüz
Harrison (ihtiyacınız olursa bana mail atın telefonunu iletiyim) bizi şehir
merkezindeki Muindi
Mbingu sokağından geçirerek, şehir pazarına (city market) götürdü ve nitekim o
olmadan başka hiçbir yere gitmememizi tembihledi. Biz yeri karıştırınca,
kendimizi leş kokulu bir et/balık pazarında bulduk ve sadece yerel halkın
olduğu bu yerde, beyaz tenlerimizle spot ışığı gibi göz aldık.
Arabaya binip turumuza devam
ettik, her yerde Bata marka ayakkabıcı ve Tusky's marketi var, bir tanesine
girip su, sinek ilacı, mendil gibi ıvır zıvır aldık. Meydandaki Stanley Hotel'i
çok beğendik, sürücümüz Harrison bizi hem gezdiriyor hem anlatıyor. Obama'nın
Kenyalı olduğunu, babasına vaktinde JF Keneddy'nin eğitim bursu verdiğini
iletti. Turun devamında özgürlük savaşçıları için heykelin yer
aldığı Uhuru Bahçelerinden geçiyoruz. Sonraki durağımız hayatımın en özel
anlarından birine sahiplik yapıyor: Zürafa merkezine gidiyoruz! Parkta bir sürü
zürafa var ama gözlem yerinde Ed bizi bekliyor:) Hayatımda ilk ve belki de tek
defa bir zürafaya bu kadar yaklaşıyorum. Beslememiz için yem veriyorlar,
yalaya yalaya elimizden alıyor, meğersem tükürükleri antiseptik görevi
görüyormuş. Tabii hayat bilgisini de unutmamak lazım, üç çeşit zürafa varmış,
boyları 5 metreyi buluyormuş.
Akşam ekip tamamlanınca,
oteldeki Lucca adlı Italyan restaurantında leziz ama über yavaş bir yemek
yedik. Afrikanın meşhur içeceği Dawa içtik (çok sert) Insanlar aslında arkadaş
canlısı ama ağırlar...
Bir başka şaşırtıcı konu ise
hava. Afrika'nın nerdeyse tam ortası, aşırı sıcak olmasını bekliyor insan ama
yılın en
sıcak ayları Ocak ve Şubat oluyormuş (Güney kutbunda olduğu için mevsimler
ters) ve o da 29-30 derece oluyormuş. Bu arada etraf yemyeşil, çöl
değil, trafik soldan akıyor ve her an her yöne trafik var (Istanbul'dan beter).
İkinci gün toplantı için ofise 60 dakikada gittik ve sadece 10 dakikalık
mesafede olduğunu oraya varınca anladık.
Otele döndüğümüzde bizi kırmızı
halı ile karşıladılar, meğersem başbakanları gelecekmiş otele:) Biraz dinlendikten
sonra Kenya'yı ziyaret edenlerin mutlaka gittiği Carnivore (Etobur) adlı
restauranta gittik. Iki araç gittik ve sonradan max 30 dakikalık mesafede
olduğunu gördüğümüz yere benim olduğum araç 1,5, diğeri 2,5 saatte vardık. Bu
stresi bir yana bırakırsak, restaurantta at etinden timsah etine, deve kuşundan
tavşana kdar her türlü eti servis ediyorlar. Fix menü, her çeşit eti sırayla
getiriyorlar, sıra bitince en başa dönüyor taa ki masanın ortasında duran
şeyi ters çevirene kadar...
Ertesi gün ofiste toplantı. Güvenlik o kadar sıkı ki, bina
girişinde sonra ofisin kapısında. Her odaya girmek için kart gerekiyor filan. Ordan otele geliyoruz ayrı bir
dert: Aracın hem ön kapağını hem arka bagajını kontrol ediyorlar. Her akşam
saat 9'da şirketin güvenlik birimini ariyoruz biz yaşıyoruz demek için.
Akşam oteldeki 88 adlı Asya
restaurantına gidip şaşırtıcı lezzette yemekler yedik. Bu arada otelin ön
kısmında birkaç katlı ayrı bir bina var ve birçok restaurant var. Keyifli
yemekten sonra ertesi gün Safari için Masai Mara'ya gideceğimizden, erkenden
yattık.
Masai Mara
Nairobi'de toplantı olacağı
netleşince, haydi Safariye dedik! İlk planda 6 kişi gidecektik: biri sarı humma
aşısı alerji yaptığı için hastanelik oldu gelemedi, diğeri hamile kalmak
istediği için sarı humma aşısı olamadı. En sonuncusu da bir gece önce hiç aşı
yaptırmadan geldiğini itiraf etti ve gece 10'da vazgeçirdik!!
Günün sonunda Tawfiq, ben ve Naazi kaldık. Sabahın 6sında sürücümüz Harrison
uçağımıza binmek üzere bizi Wilson
Havaalanına bıraktı.
Uçak ve havaalanı terimlerini açmak isterim:
Konteynırların olduğu liman
gibi bir alan, yanyana
uçak firmalarının 100 m2 lik apronları var. Bizim havayolu Safarilink idi, onu
bulduk, o kadar miniş ki Beşiktaş vapur iskelesi kıvamında resmen. Nitekim
havaya girmediğimiz için check-in yapmayı bile unuttuk, zaten uçakta sıra nosu
da yoktu, dışarı bakınca herşeyi anladık: 13 kişilik minik bir charter uçağımız
var, misafirleri kaldıkları otellerine tek tek bırakıyor. Uçuş çok
eğlenceli geçti. Kim bizim aklımıza Afrika'nın heryeri çöl ve kuraktır
diye kazıdı bilmiyorum ama en azından uçarken geçtiğimiz her yer
yemyeşildi, aralarda minik nehirler vardı.
3. duraktan sonra boş bir
araziye indik, sadece mini bir sokak büfesi kadar bir alan var inişte. Safari aracımız ve rehberimiz
ile kendi otelimiz olan Serena Lodge'a geldik. Alabildiğine ucu açık yemyeşil
bi vadiye bakıyo, otelin
heryerini odaları vb mağaranın içini oyarak oluşturmuşlar, lodge konsepti
bu demek herhal.
Biraz dinlendik, öğlen yemeği
sonrası biraz uyku, 4'te ilk safarimize çıktık. Yanları
açık ve ayağa kalktığında dışarıyı görebilecek bir açıklığa sahip, tavanı da
açık bir jeeple gezimize başladık. Sırasıyla zebra (iki tarafındaki çizgiler
farklıymış), Masai zürafası, Afrika bufalosu, hippo, aslan, heina isimli
hayvanları gördük, sanki National Geographic kanalındayız. Yolda giderken
hava fena diildi, dönüşte 17:30 gibi güneş battı, arabanın da
her tarafı açık olduğu için nasıl rüzgar oldu anlatamam.
Otele geldik,
açık havada ateş yakmışlar, onun önünde oturup sohbet ettik. Akşam yemeği sonrası ateş önünde
Tawfiq bize bi kart oyunu öğretti, şarap eşliğinde onu oynadık.
Ertesi sabah, sabah safarimiz
için 6:15 te
buluşacaktık, erkenden kalktık. Bu sefer fil sürüsü, bufallo sürüsü ve gene
birçok hayvan gördük. Canlı belgesel ama her bölümü birbirinden farklı, karşına
ne zaman ne çıkacağını bilemiyosun. Rehber çok önemli burda, bizimki sürekli
dürbünüyle nerde ne var bakıp, telsizle haberleşip oralara sürüyordu. Bir de
cidden marifet o hayvanları görebilmek, aslanlar nerdeyse aynı renkteki
çalıların arasında oturuyor ve zor gözüküyorlar.
Bir de hava hele sabah
safarisinde çoookk soğuk, yanınıza kapişonlu bir mont / polar mutlaka alın, onun
altına bir gömlek ya da sweatshirt, hatta onun da içine bri t-shirt giyin, böylelikle sıcak
basarsa çıkartma şansınız olur ve aynı zamanda içinize sinek de kaçmaz. Hatta
ben cılkını çıkartıp ince
bi şal ve eldiven de tavsiye ederim. Bu arada inernette safari kıyafeti yazınca
o kadar çok bilgi çıkıyor ki anlatamam. Yok beyaz gitmeyin sinek çeker, yok kot
giymeyin hem pişirir hem de cıcı sineği midir nedir laciverte konuyomuş filan.
Siz yukarıda önerdiklerimi yapın, mümkün olursa da toprak tonlarında giyinin
yeterli olur.
Öğlen safariden geldik,
emekliliğimiz kapsamında masaj yaptırdık, yemek yiyip dinlenmeye çekildik. Aslında otelde kalanlara
baktığımızda, safari için şairin dediği gibi ya çok genç ya da çok yaşlı
olduğumuzu söyleyebilirim, keza etrafta emekli amca-teyzeler ya da çocuklu
aileler vardı sadece.
Akşamüstü safarimizde en
sonunda rhino gördük:) ben sürekli hippo (su aygırı) ile rhino (?) yu
karıştırdım durdum. Rhino'yu da görünce 'Büyük 5'li' dedikleri
hayvanlardan 4'ünü: fil, aslan, afrika bufalosu ve rhino yu görmüş olduk. Eksik
kalan tek hayvan
olan leopar arayışına çıktık. Tekrar zürafalar ve devekuşlarından sonra gün
batımında karşımıza çıkan aslanlar, nerdeyse hayatımın en güzel pozunu çekmemi
sağladı.
Otele dönüş, ateş karşısında
sohbet, yemek, kart oynayıp müzik dinlemece. 23 gibi yatış, heh yarın erken
kalkmicaz derken, rehberimiz sabah 6:15 içtima verdi gene, 7 ye
almayı denedik ama yemedi.
Bu arada odamıza haşerat
gitmesin, girenler de çıksın diye sürekli alelacele odaya girince, oda
anahtarını kapının üstünde unutmuşuz. Sabah farkettiğimizde insan açısından
güvenli bir yerde olduğumuza şükrettik, (hayvanlar da anahtarla kapıyı açmayı
bilmiyormuş iyi ki çünkü gece çeşitli hayvanlar oda etrafında dolaşıyor).
Ertesi sabahın ayazında leopar görme hevesi ile
safariye başlamaca. Aslında sabit dursak o kadar soğuk değil ama her tarafı
açık arabayla 50 km hızla gidince biraz soğuk oluyo.
2 saatlik safari sonrası,
kahvaltı için hippo havuzu dedikleri bir alana getirdiler bizi. Sanırım
hayatımın bir başka sürreal anını burada yaşadım. Önce, Daniel adlı Masaili
bir köylü, kırmızı geleneksel kıyafeti ile karşıladı bizi. Burası hippolarin
yüzdüğü bir nehir kenarında bir arazi. İlerledik ve bir anda o doğal ortamda
şampanya patlatan bir garson çıktı karşımıza. Kadehleri aldık ve ağaçların
arkasına doğru gittikçe açık büfe kahvaltıyı, masaları ve garsonları gördük.
Daha basit, ne biliyim yerde piknik örtüsünde yerel kahvaltı gibi birşey
beklerken lüks bir sürpriz karşıladı bizi. Tam nehir kenarında hippo manzaralı masamızda oturduk,
5 dakika geçti ve arı istilasına uğradık. Sonuç olarak
hızlıca kahvaltımızı bitirdik ve yürümeye başladık. Bize eşlik eden
Masaili köylü Daniel ile sohbete koyulduk ve bize başka hayatların, dünyaların
olduğunu tekrar ispatladı. Hayatında hiç uçağa binmemiş, arabayla Nairobi'ye
gitmiş ama pek sevmemiş. Genelde yan ülke olan Tanzanya'ya yürüyerek
gidiyorlarmış, orda da akrabaları varmış. Parayı sadece inek almak için kullanıyorlarmış. En
fazla ineği olan kişi kabilenin reisi oluyomuş ve reis ölünce liderlik çocuğuna
geçiyomuş. Şimdiki kabile reisinin 10 karısı, 70 çocuğu varmış. Beslenmek
için doğadakı hayvanları, bitkileri yiyolarmış. Aslan öldürmeleri kanunen
yasakmış ancak geleneklerine göre erkek sayılmaları için öldürmeleri
gerekiyormuş. Aslnları öldürdükleri ikinci bir durum da, göç dönemi bitince
yiyecek bulamayan aslanlar köylerine saldırıp ineklerini öldürüyormuş, o zaman
kendilerini ve ineklerini korumak için oluyormuş. Ama yakalanırsa
hapse giriyorlarmış. Bu arada inek önemli, güçlü olmak için canlı ineğin kanını
ve sütünü karıştırıp içiyorlarmış. Ilaçlarını bitkisel yapıyolarmış, doktor ya da ilaç
yokmuş. Ilkokul varmış, İngilizce'yi orda öğreniyorlarmış. O köyde 2-3 gün
yaşamak nasıl olurdu diye geçirdim içimden, gerçi dışardan insanları kabul
etmiyoruz dedi.
Iki gündür bize eşlik eden
fotoğraf sanatçısı ve NGO temsilcisi Allison Teyze de bize Masaililerin aslan
öldürürlerse hapse girdiklerini, bu çocukların enerjilerini harcamaları
için Masai Olimpiyatlarını başlattıklarını, çıplak ayakla toprak zeminde koşmayanalıştıkları
için normal maratonda zorlandıklarını anlattı. Devlet Masaililerle anlaşma
yapmış, köyleri yüksek kısımlara taşımış ve park giriş ücretinin bir kısmını
onlara veriyormuş. Böylelikle doğal hayat da korunuyormuş. Leopar göremesek de
keyifli bir kahvaltı
sonrası otele döndük, önce Tawfiq ayrıldı, biz de ögle yemeği sonrası pır pır
uçağımıza binip Nairobi'ye geri döndük.
Sevgili sürücümüz Harrison bizi
karşıladı, mini tur sonrası Kempinski otele geri döndük, artık orda kalmamamıza
rağmen personel o kadar yardımcı ki, sanki halen orda kalıyomuşuz gibi spa
bölümüne geçtik, giyinme odasını açtılar bize, Naazi masaj yaptırdı, ben
havuzun orda dinlendim. Leziz bir pizzadan sonra Harrison tekrar geldi ve
bizi havaalanına götürdü. O kadar yardımsever bir adam ki, rehber gibi
geçtiğimiz heryeri anlatıyo. Keşke daha uzun kalsaydınız bizim evde yemek
yerdik filan cümleleri ile ayrıldık.
Seyahatin tamamına baktığımda,
en özlemini çektiğim şey sokaklarda özgürce yürüyememek oldu. Güvenlik sebebiyle Nairobi
nerdeyse lüks bir hapis hayatı gibi geçti. Safaride de gene güvenlik sebebiyle
arabadan inmedik hiç. Ama yine de benim için sürpriz olan ve cidden çok keyif aldığım,
olumlu yönde şaşırdığım bir tatil oldu. Dünya küçük, kim bilir gene yolum düşer..
Enfes! :)
ReplyDelete