Yeşil ve mavinin elli tonu (Aşırı doz) – Karadeniz, Nisan 2013
Baltalar elimizde, uzun ip
belimizde, biz gideriz Karadeniz’e hey Karadeniz’e.
Karadeniz’de aynı Portekiz gibi
son 3 yıldır gezelim görelim listemizde yer alıyordu ve nitekim başardık! Grup ben,
Müge, Müge’nin kocası Iskoç enişte Steve ve Müge’nin kardeşi Özge’den oluşuyor.
Nisan’da gitmeyin donarsınız dediler de inanmadık, turda bizden başka kimsenin
olmaması da bizi durduramadı.
Ulvi ve sisli Sümela |
Sabahın körü uçuşu ile varış, şehrin
dışındaki Kesos adlı otele varış, 4 günlük turu 2 güne indirmek suretiyle yeni tur
programı yapış ve doğru Sümela Manastırı. Sürücümüz yürüyerek gidelim, sadece 15
dakika sürer dedi. Allah’tan yağmur yağdi da, arabayla gidilebilecek en son
noktaya kadar gittik. Ordan nerdeyse
yarım saat yukarı yamuk kaygan bir yoldan gittik, trekkinge uygun, kaymayan –
su geçirmeyen süper sağlam bir
ayakkabi giyin. Sümela dördüncü yüzyıldan kalma bir kaya klisesiymiş, dağların tepesine
kurulmuş ve ulvi bir havası var. Ancak o sırada o kadar sis vardı ki aşağıdaki
vadi gözükmüyordu bile.
Ordan araçla Zigana Geçidi’ne gittik, bildiğin bir geçitten geçtik sonra geri
döndük, biraz anlamsız geldi bize ama aynen reklamlarda dediği gibi iki ucu
ayrı iklim. Önce bulutluydu, sonra sis indi, sonra yağmur başladı ve çıkışta dolu
yağıyordu. Geri dönüşte yolda vadi kenarinda Eyüpoğlu diye bi yerde kuymak
(misir unlu), mıhlama ve mısır ekmeği
gibi yöresel tatlara daldık. Üstune Hamsikoy Sütlaci paylaştık. Gittiğimiz
her ilde sütlaç vardı ancak bu Hamsiköy sütlacı tam benim sevdiğim gibi bol
pirinçli ve az şekerli.
Ordan Ayasofya Klise/müzesine gittik.
Gerçi artik Camii olmuş ve tavandaki
resimler namaz esnasında elektronik perde ile kapatılacakmış, bir tarihi eser
daha yok oldu L Etrafındaki ıncık cıncıkçılarda oyalanma, meğersem
Mardin’de Telkarinin bir çeşidi olarak bildiğimiz el işçiliği Kazaziye’ymiş ve
Trabzon’da yapılıyormuş, çok pahalıydı almadık.
Şehir merkezinde mimarı karışık
olsa da, tepelerde evlerin birbirinden uzakta olması, etraflarında çay – fındık
bahçelerinin olması çok hoş geldi bana. Araçla en tepelere doğru çıktık, zengin
kesimin evleri genelde bu taraflardaymış. Ataturk Köşkü’ne gittik, gezdikten
sonra şehre inip, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu evin bulunduğu bölgeye
gittik ama kapalıydı.
Bir başka tepe bölgesi olan Boztepe’ye
gidip bir çay bahçesinde oturduk. Ancak saat 19:00 oldu ve 30 dklık bir
yolculukla Akçaabat’ta Körfez Köfte adlı
bir yerde Akçaabat köfte yedik. Yanında Kaygana (bir çeşit omlet) ve Laz böreği
denilen, baklavaya benzeyen ancak arada bir krema olan bir börek yedik. Bence
bu börek Portekizliler’in Belem kurabiyesi ile birebir aynı ve yıkılıyor. Laz böreği nam-ı diğer Belem kurabiyesi |
Ben
zaten Portekiz Karadeniz’e benziyo demiştim (bkz Portekiz yazısı) Sonrasında Zigana
adli yerde horon gösterisine gideriz belki demiştik ama yorgun düştük ve şehrin
biraz dışında kalan otelimize döndüp bebek gibi uyuduk. Ya da uyuduk sandım, meğersem Müge
uyuyamamış. Otelin eksi birinci katında restaurant var ve Cumartesi geceleri
çılgın eğlence oluyormuş. Yalıtım kötü olduğundan Müge uyuyamamiış bütün gece.
Nitekim halk meclisi toplandı ve otel değiştirme kararı aldık. Hayatımdaki en
esnek tur programı, birgün önce baştan aşağı programı değiştirmiştik, ikinci
gün sıra otellere geldi J Rize’ye doğru yola koyulduk. Of’tan
sahil yolunu kullanarak geçtik. Bölgenin yemyeşil olduğunu biliyordum ama doğru
tanımın “mavi-yeşil” olduğunu nedense bilmiyodum: otobandayız ve solda
alabildiğine deniz, sağ taraf çay setlerinden oluşan yeşilin renkleri.
Çay setleri etrafındaki ev |
Ayder yolunda rafting niyetiyle Pınar adlı tesislerde durduk, güvenlik sebebiyle Haziran’a kadar no rafting, yerine Zipwire/ip aktivitesi versek? 2 yaka arasına sağlam bir ip germişler, seni ona bağlayıp, altında dere akarken karşıya geçiyosun sonra geri dönüyosun. Hayatımızda hareket olsun diyerek, Özge yaptı. En sonunda Ayder Yaylası’na vardık.
Birazdan grubun en şişkosunu (ki o benim) öldürecekler! |
Hemşin helvası dedikleri mısır unlu helva yedik, doğa fotoları çektik ve yürüyüşten aşağı indiğimizde saat 16:00’ydı, havanın aşırı soğuk olmasının dezavantajını ilk defa burada yaşadık. Eminim hava güzel olsaydı bi örtünün üzerinde yaylada çimlere kurulup kitap okuyup keyif yapabilirdik. Sonuç olarak yapacak hiçbirşey kalmadı, dışarıda sisten hicbişi gözükmüyor, odaya çıktık ki oda buz gibi. Yapacak birşey yok, tv yi açtık ve cidden paramızla sıkıldık. Mügeler kendilerini feda ettiler ve dışarı çıkıp şarap aldılar, bizim odada ısınıp “How I Met Your Mother” (Annenle nasıl tanıştım) dizisini izlerken şarap içtik.
Bu sırada gündüz nerdeyse “How I Met
Your Father” i da çektik: Steve’ in deyimiyle “tall, dark, handsome guy” (uzun boylu, esmer, yakışıklı
çocuk) ile karşılaşıp durduk bütün gün. Aslında
bütün sadece o çocuğa değil, seyahat boyunca sürekli birilerine isim taktık.
İsim taktıktan ziyade isimlerini değiştirdik J Rehberimizin adı Ahmet, kendisi aynı zamanda sürücülüğümüzü de yapıyor.
Müge boş bulunduğu bir anda kendisine Murat deyince, çocuğa rehberken Ahmet,
araç kullanırken Murat dedik. Sonra ben tur sahibi Devrim’e Derviş deyip
bombayı patlattım. Fazla oksijen çarptı bizi herhal J
Akşam da çılgın Ayder eğlencesi
kapsamında gündüz karşılaştığımız çocuğu
internette araştırdık, bu insan avı yüksek sesli söylenme sesleriyle son buldu.
Tv nin altındaki masada oturuyorduk, FB maçı var ve meğersem cep telefonu tv
yayınını etkiliyormuş (halen böyle bir teknoloji var yani). Tam bi pozisyon
oluyo maç kesiliyo sürekli. Cezalandırıldık ve en arkaya geçtik J
Ilginç bir başka tecrübe de su ile
oldu. Otelde su satmıyorlar, musluktan için diye tutturdular. Bardağa
dolduruyoruz sanki efervesan tablet eritmişiz, sodalı yoğurt renginde nerdeyse.
Bir dök iki dök derken bıraktık artık su dolu bardağı bir köşeye. 5 dk geçti,
beyazlık yok oldu transparan berrak su
oldu. Tadına bi baktık, nasıl tatlı nasıl güzel, içtikçe içesi geliyo insanın.
Ertesi sabah 7de kalkıp otelde
diğer kalan kişilerle birlikte Gürcistan – Batum’a yola koyulduk. Bizim turda
sadece 4 kişi olduğumuzu öğrenince plana almıştık Batumu ve iyi ki gitmişiz.
Batum yazısını ayrıca okuyabilirsiniz- tıklayın.
Gece on gibi geri döndük memlekete, sınırdan sonra 2-3 saatlik bir yolculuktan ve bütün
gün yürümekten dolayı sağ bacak kasımı zedeledikten sonra Uzungöl’e vardik,
karanlik olduğu icin dışarıda pek bişi göremesek de Gobleç adlı ahşap otelimiz sıcacıktı, resepsiyondaki görevlinin karakalem çalışmasının başarısı ile büyülendik (hiç görmedği halde Madrid'de bir bölgeyi çiziyordu)
ve rahat odamıza çıktık.
Son sabah geç kalkış, sakin kahvalti
ve yola koyuluş. Uzunyol Ayder gibi yemyeşil ve daha otantik bir ortama sahip,
huzurlu bir alan. Gölün etrafında keyifli yürüyüş, ordan Şeflerin Yeri diye,
gölün karşı kıyısında kocaman bi yerde çay-kahve molasına geçiş.
Uzungöle tepeden bakış |
Çaykur’un fabrikasına gideceğimizi
düşünürken (gerçi Trabzon’a vardığımız ilk gün greve girmişlerdi!) Özçay diye bir
çay fabrikasina gittik. Çalışmayan bi fabrikada adam üretimi anlattı bize, biz
de hayalimizde canlandırdık?? Konunun özü: Çayın en iyisi filiziymiş, sonra
çiçek kısmıymış sonra da harman adı verilen dalların da olduğu karışım
geliyormuş. Biz daha da sofistike takıldık ve çay çiçeğinin sadece en uçlarının
kullanıldığı über bi model aldik.
Yol bizi Sürmene Bıçakçılarının (dünyaca ünlü Türk bıçakları, nerdeyse Solingen kadar meşhur) ordaki Ayhan Sürmen Restaurant’a götürdü. Gene kuymak, kaygana, mihlama, üstüne yetmiyormuş gibi bir de Karadeniz pideleri yedik!! Biraz da merkezi görelim diyerek Trabzon Çarşı’ya gittik, bakırcıları bulalim diye, mini Eminönü çıktı karşımıza. Özge’yi otogara bırakıp, uçağımıza biraz daha vakit olduğu için Forum Avm’de kahve içtik. Bütün seyahatin yorgunluğu ve bacaklarımın ağrısı ile topallayarak evime dönüm. Uşaklar ne demuşlar: Dunya kuçuk :)
Yol bizi Sürmene Bıçakçılarının (dünyaca ünlü Türk bıçakları, nerdeyse Solingen kadar meşhur) ordaki Ayhan Sürmen Restaurant’a götürdü. Gene kuymak, kaygana, mihlama, üstüne yetmiyormuş gibi bir de Karadeniz pideleri yedik!! Biraz da merkezi görelim diyerek Trabzon Çarşı’ya gittik, bakırcıları bulalim diye, mini Eminönü çıktı karşımıza. Özge’yi otogara bırakıp, uçağımıza biraz daha vakit olduğu için Forum Avm’de kahve içtik. Bütün seyahatin yorgunluğu ve bacaklarımın ağrısı ile topallayarak evime dönüm. Uşaklar ne demuşlar: Dunya kuçuk :)
Comments
Post a Comment