Dagdan geliyor iki kiz done doneee - Ege'de araba yolculugu, Temmuz 2016
Geçen sene Ege bölgesinde yaptığımız araba yolculuğundan dönerken, seneye de Temmuz'daki bayramda kısmet olursa Fethiye ve civarını gezeriz demiştik, nasip oldu. Uzun ve sürünmeli gidis donus yolu dışında da bence çok keyifli oldu.
Yol konusunda, öncelikle geçen yıl ilk durağımız Akyaka idi, 7 saatte vardık. Burda ilk durak Fethiye olduğu için, üstüne bir de bayram trafiği eklenince tam 12 saatte gelebildik, ben 2-4 kere geldim ama pek bilmiyorum Fethiye'yi. Genelde İngilizler tercih ediyormuş, Ölüdeniz, Hisarönü, İçmeler vb gibi çeşitli merkezleri var. Bizim otel Ölüdeniz'de, Hisarönü'nden geçerken ne biçim leş bir bolge filan diye dalga geçtik, ama bu arada biz Ölüdeniz'e inmeye çalıştıkça navigasyon bizi geri döndürüyo, Hisarönü'nde kaldığımıza ikna olmamız birkaç tur alsa da, mecbur tıpış tıpış döndük. Pinehill diye, genelde İngilizler'in kaldığı sevimli bir oteldeyiz. Dış mimari, peyzaj, havuz ortamı filan çok güzel. Otelin restaurantı bölgenin en iyi restaurantı diye geçiyo, kocaman bir kütüphanesi var, yemekler güsel, başka ne isterim ki... Coco adlı spalarının Fethiye'nin en iyi spalarından biri olduğunu da söyleyince cennete düştüm dedim.
Yol konusunda, öncelikle geçen yıl ilk durağımız Akyaka idi, 7 saatte vardık. Burda ilk durak Fethiye olduğu için, üstüne bir de bayram trafiği eklenince tam 12 saatte gelebildik, ben 2-4 kere geldim ama pek bilmiyorum Fethiye'yi. Genelde İngilizler tercih ediyormuş, Ölüdeniz, Hisarönü, İçmeler vb gibi çeşitli merkezleri var. Bizim otel Ölüdeniz'de, Hisarönü'nden geçerken ne biçim leş bir bolge filan diye dalga geçtik, ama bu arada biz Ölüdeniz'e inmeye çalıştıkça navigasyon bizi geri döndürüyo, Hisarönü'nde kaldığımıza ikna olmamız birkaç tur alsa da, mecbur tıpış tıpış döndük. Pinehill diye, genelde İngilizler'in kaldığı sevimli bir oteldeyiz. Dış mimari, peyzaj, havuz ortamı filan çok güzel. Otelin restaurantı bölgenin en iyi restaurantı diye geçiyo, kocaman bir kütüphanesi var, yemekler güsel, başka ne isterim ki... Coco adlı spalarının Fethiye'nin en iyi spalarından biri olduğunu da söyleyince cennete düştüm dedim.
Bu arada cidden yol sersem etmişti, kendimizi masaja atınca ve masözler de harbi iyi çıkınca, 7de odaya döndüğümüzde bir saat uyuyalım bari dedik. Yatış o yatış, sabah 7'de kalktık, arada bi kere uyandığımızı ve biraz daha uyuyalım dediğimizi hatırliyorum ama sonrası yok.
O kadar erken kalkmışız ki, 8de başlayan kahvaltıyı beklememiz gerekti ve mükellef bir kahvaltı sonrası, arabaya atla ve bekle bizi Ölüdeniz dedik! Bilmeyenler için Ölüdeniz bir doğal park içerisinde yer alıyor ve gördüğum kadarıyla da iyi bir şekilde korunuyor, iyi ki de korunuyor çünkü deniz yıkılıyor.
Ben ilk defa yılla önce geldiğimde tesis mesis hak getire. Bu sefer bayaa gelişmiş, yanyana biraz yapışık ve plastik şezlongların olduğu bir alan, ayrıca ahşap şezlongların olduğu, daha lüks bir alan ve alacarte restaurant da vardı. Bu arada girişte doğal parkın otoparkına girmek yerine yandaki yola park ettik, içeri girmek daha mantıklı oluyor hem daha az yürümek hem de para açısından. 10 dakika güneşin altında yürüdükten sonra yemek yenilen alanı da geçtik ve şezlonglara 15'er tl vererek oturduk. Bu arada sabah 9:30 filandı geldiğimizde, o yüzden nispeten ferah bir yere oturabildik. Ben tatilde günde bir kere denize giren insan bile 2-3 defa girdim denize, cidden yıkılıyo. Akşamüstü 4 gibi sakince oturmaktan kurtlandık, arabayla mübadele zamanında Yunanlıların herşeylerini bırakıp gittiği günkü gibi duran Kayakoy'e gittik, etrafta bir sürü gozlemeci vardı, biraz daha indik Gemiler Adası geldi karşımıza, zaten bütün gün denizdeydik, girmedik. Hafif kaybolma sonucu çam ormanı içinden cır cır böceklerinin eşliğinde dolanıp, otele döndük. Duş, dinlenme, kitap sonrası Ölüdeniz sahildeki Belcekız Plajı'nın sol tarafında, trafiğe kapalı alana indik, restaurant, 5 km daha gittik sozde gemiler adasi, cok begenmedik donduk. Fakat yanlis yerden inmisiz, sans eseri Fethiye merkeze indik, bir sürü restaurant/pub ve kocaman ışıklı tabelelar, sanki Las Vegas'tayız. Trip advisordan Hang Out diye bi yeri gözümüze kestirmiştik, orda yer olmayınca yanındaki Spice and Pesto adlı yerde lezziz yemekler yedik, Hakan, Begüm ve Meriç de yemek sonrası bize katıldı. Sohbet ederken, yan tarafta animasyon ve kareoke başlayınca gürültüden kalktık, ara sokaklarda dolaşalım dedik, asıl mağazalar ve barlar burda yer alıyor ama nasıl gürültülü anlatamam. Fethiye'nin olmazsa olmazı Babadağ'dan atlayarak yapılan yamaç paraşütü hakkında bilgi aldık, ben pek cesaret edemedim.
Otele dönmeden Hisarönü meydanında dolanalım dedik, ay her yer bomboş ama Belcekız'ın ordaki gereksiz koca ışıklar ve yüksek sesli müzik burda da bizi takip etti. Otele geri döndük, Hisarönü'nün 1 nolu barı olan The Reef bizim otelin içindeydi, orası da boştu, biz de mecbur odaya döndük.
Ertesi sabah bastık Gocek'e geçtik, D Marin Resortta Meriçlerle über kahvaltı sonrası, bir başka arkadaşımızın teknesine binip mavi sulara bıraktık kendimizi.
Boynuzbükü koyundaki mükemmel denizden sonra, Bedri Rahmi koyuna geçtik, Türkiye'de mavi yolculuk ilk bu koyda başlamış. Burda Zeytin adlı vasat ve gereksiz pahalı bir restaurantta öğle yemeği sonrası, teknemize geri döndük ve karşı koya demirleyip pina colada keyfi yaptık.
Akşam 19 gibi Meriçlerin otelde hızlı hazırlanmaca, istikamet aynı otelin: D Marin Göcek'in içindeki Q Lounge, otelin yamacında ama tam tepede konuçlanmış, Uzakdoğu'yu andıran sakin, ahşap ağırlıklı bir mimarisi var. Çoookkk keyifli, nezih bir ortamda, içki dahil öğlen verdiğimizle nerdeyse aynı parayı verip çıktık. Göcek Çarşı'ya indik, burası daha doğal ve şekerdi. Fethiye'ye döndüğümüzde geceyarısını geçmişti, biraz daha kitap okumaca (Uyumadan Önce, Before I Go To Sleep), çok sürükleyiciydi, tavsiye ederim. Sabah erken kahvaltı sonrası bavulları topladık, Kaş'a geçicez ama öncesinde Kabak Koyu'na gideceğiz. Yolda bir sürü foto molası verdik, Kelebek Vadisi yukarıdan çok güzel gözüküyodu, sonra bir anda Kabak Koyu'na geldik. Yol arabalarla nasıl dolu anlatamam. Arabayı ilk bulduğumuz yere parkedip, aşağı denizin oraya inmek için 1950den kalma ve muhtemelen subvansiyonu en yüksek seviyede olan bi minibüsle sıkış tıkış halde, iğrenç toz topraklı ve virajlı bi yoldan aşağı inmeye başladık. Içeride hava alacak santigram kalmadı, bayıldık bayılcaz ve sadece tek pencere açık. Ben yanımdaki pencereyi açmaya çalıştım ama olmadı, Nevra pencereleri açar mısınız gibi normal bir soru sordu, adam açılmıyo deyince Nevra da normal bişeymiş gibi 'o zaman klimayı açın' dedi. Minibüste üç saniye filan hayat durdu sanırım :) Araba piyasaya sürüldüğünde araç kliması keşfedilmemişti muhtemelen, neyse herkes canhıraç asıldı ve 2-3 pencere zorla da olsa açıldı. Bu arada yolda beton filan yok, bildiğin tozlu bir patikadan gidiyoruz, burdan ancak keçiler iner diye aramızda konuşurken karşımıza 3-4 dağ keçisi çıktı tam oldu. Bu arada inmesi arabayla 30 dakika süren o yolu, o sıcakta yürüyen cengaverler var, etrafta bi sürü kamp alanı & barlar var ama ayrı dünyaların insanlarıyız dostum. Diğer yandan deniz kısmındaki manzara öylesine nefes kesici ki, alnımdan akan terleri silerken tek tesellim o:) Çam ağaçları arasında kıyıya doğru lacivertten turkuaza açılan bir deniz var. Dolmuştan inip sahile yürüdük, denizin ne kadar güzel gözüktüğünü anlatamam.
Diğer yandan plaj diye birşey yok, şezlongu geçtim, şemsiye yok, denize yakından bakınca hem hafif dalgalı hem de en tiksindiğim köpük köpük. Hemen arkada Sea Vally diye hem kamp alanı hem de günü geçirmek isteyenler için beanbagların olduğu bi tesis var, hemen oraya geçip büyük yastıklara konuçlandık ama sıcak olduğu için denize gidelim dedik. Bu arada Nevra daha önce Kelebekler Vadisi'ne gitmiş, benim de tarzımı zaten bilio, bak gitmeyelim beğenmiceksin dedi, bir Olympos, bi Halkidiki'de olduğu gibi haklı çıktı. Denizde sadece 3-4 kişi var, her yer kopuk, Nevra resmen beni zorladı ve nasıl tiksinerek girdim, 3 dk filan durmuşumdur ve hemen dışarı çıktım. Bu işkence daha ne kadar sürer derken, kurumayı beklemeden kalktık, gelişten daha ilginç ve yapış bir minibüs yolculuğu sonrası arabamıza bindik ve Kaş'a doğru yola çıktık. Kamp alanları, akşam ateş gitar filan gibi biraz daha hippievari bir hayatın bana pek uygun olmadığına tekrar karar verdim.
Dönüş yolu nasıl kalabalık anlatamam, öncelikle Fethiye-Kaş yolunda Kabak Koyu bağlantısı olmadığı için, nerdeyse yarı yolu gidip, tekrar Fethiye'ye dönmek zorunda kaldık. Bayram zamanıydı, öyle çok trafik var ki Ölüdeniz'in yolunu jandarma yoğunluktan kapatmış, her yöne kuyruk var. Paralel yollardan gidip otobana çıktık, yaklaşık iki saatlik bir yolculuk sonrasında Patara'ya vardık, burda da Ölüdeniz'de olduğu gibi bir milli parka giriyosun ve girişte cuzi bir para ödüyorsun. Böyle alanların koruma altında olduğunu görmek, içimi bir nebze rahatlattı. Patara Plajı alabildiğine kumluk bir alan, girişte solda gölgede bir cafe var -ki ben bütün sürenizi orda kitap okuyarak geçirdim, keza deniz dalgalıydı, ortam kalabalıktı- geldiğimizde koskoca plajda şezlong kalmamıştı, ama kitabım kazandı. Rüzgardan serseme dönmüş şekilde 6 gibi kalktık, virajlı yollardan geçip, meşhur Kaputaş Plajı'nın önünde fotoğraf molası vererek, Kaş'a geldik.
Kaş'a daha önce bir kere geldim, hatırladıklarım çok güzel restaurantlarının olduğu, çok güzel çarşısının olduğu ve ya dışarda terlediğin ya da sıcaktan denizde durman gerektiği için sürekli ıslak kaldığımdı. Bur de deniz buzzzzz gibiydi, bu sefer şaşılası çok güzeldi.Dönüş yolu nasıl kalabalık anlatamam, öncelikle Fethiye-Kaş yolunda Kabak Koyu bağlantısı olmadığı için, nerdeyse yarı yolu gidip, tekrar Fethiye'ye dönmek zorunda kaldık. Bayram zamanıydı, öyle çok trafik var ki Ölüdeniz'in yolunu jandarma yoğunluktan kapatmış, her yöne kuyruk var. Paralel yollardan gidip otobana çıktık, yaklaşık iki saatlik bir yolculuk sonrasında Patara'ya vardık, burda da Ölüdeniz'de olduğu gibi bir milli parka giriyosun ve girişte cuzi bir para ödüyorsun. Böyle alanların koruma altında olduğunu görmek, içimi bir nebze rahatlattı. Patara Plajı alabildiğine kumluk bir alan, girişte solda gölgede bir cafe var -ki ben bütün sürenizi orda kitap okuyarak geçirdim, keza deniz dalgalıydı, ortam kalabalıktı- geldiğimizde koskoca plajda şezlong kalmamıştı, ama kitabım kazandı. Rüzgardan serseme dönmüş şekilde 6 gibi kalktık, virajlı yollardan geçip, meşhur Kaputaş Plajı'nın önünde fotoğraf molası vererek, Kaş'a geldik.
Geçen seferden farklı olarak, yarımada bölgesinde Lea Mira adlı bir otelde rezervasyonumuz. O yol yorgunluğuna otelin insiyatif alıp bizi bir arkada kalan ve pansiyon kıvamındaki otele yerleştirdiğini duyunca minik bir kriz yaşadık. Tartışmalar sonucu Lea Mira'nın önünde kalan Club Barbarossa'ya, üstelik de iki odalı, nerdeyse balayı suiti gibi bir otele terfi ettik. Otel kayalara konuçlanmış ve yekpare bir bina yerine çeşitli binalardan oluşuyor, biz önünde havuz olan ikiz köşklerden birinin ilk katında kalıyoruz. Biraz dinlendikten sonra merkeze indik, daracık sokaklar, birçok restaurant, hatırladığım gibi şık şık mağazalar derken Tzaziki adlı bir restaurantta Gizem ve arkadaşlarına meraba dedikten sonra no.11 adlı bara tüneme niyetiyle hemen yanındaki Red Pointte bulduk kendimizi. Gelene geçene bakarken içkileri iç ve 12'ye doğru uyku çökmesi sonucu odaya dön, hem Kabak Koyu hem de ilk geldiğimizde oteldeki şok yordu bizi doğal olarak :)
Ertesi sabah 1245 basamak inerek muthis deniz manzarası ve bi o kadar da sıcak eşliğinde kahvaltı. Bi 1245 basamak daha inerek şezlong ve localaıin olduğu sahile indik, cidden ortam, mimari çok iyi, tek kusuru sabahın köründe insanlar hepsini kapmışlar!!
Bir şekilde yer ayarladıktan sonra, bütün gün deniz-güneş- kitap sonrası Kaş'ı i iyi bilen Burak diye bi arkadasım sağolsun bize tiyolar vermek için yanımıza uğradı (bkz: Kaş for beginners).
Muhabbet, tarif filan derken o gitti, biz de Kalkan'a yol aldık. Kalkan da Kaş gibi yamaca kurulu ama gördüğümüz kadarı ile denize direk erişim yok. Bu arada da hayatta en çok kalmak istediğim otellerden biri olan Villa Mahal de burda ama artık onu sevgili tatiline saklayalım dedik:) Merkeze indik, birçok restaurant-bankadan sonra trafiğe kapalı bir alana ulaştık, minik bir meydan, yol ordan üçe ayrılıyor, her sokakta çakma çantacılar, hediyelik eşya, cafeler vb, denize doğru indik bu sefere balıkçılar çıkıyor. Etraftaki ender Türklerdendik, nerdeyse herkes Ingiliz. Soğuk birşeyler içtikten sonra akşam yemeği için Kaş'a doğru yola koyulduk. Hedefimizde Büyükçakıl plajinda Memedin Yeri var. Gündüz güç bela yer ayırttık, nitekim 8:30ta gittiğimizde sadece 2-3 masa doluydu ama 9'a kalmadan hepsi doldu, fenerler yandı ve meze şöleni başladı. Közlenmiş patlıcan, cevizli yoğurtlu kabak ve tereyağda karides çok başarılıydı. Hayatımda o kadar yumuşak karides yemedim. Bu arada ortam çok salaş, bir o kadar da rahat, denize 10 mt mesafe var, güneş tam önünde batıyor filan, değmeyin keyfimize. 10 gibi kalktık, garsonumuz Levent daha ateş yakıp şarkı sölicektik dedi ama bizim Gayelerle buluşma planımız olduğu için Kaş merkeze döndük. Hünkar Ocakbaşı'nın ordaki otoparka bir gece önce olduğu gibi dolu yazmasına rağmen, biz bekleriz kenarda diyerek girdik ve 5 dk bekledikten sonra park ettik. Bu arada bayram sebebiyle aşırı kalabalık ama hoş bir kitle var, sanki herkesi tanıdığın bir yazlıkta gibi hissettim, öyle görmemiş ya da aşırı kokoş/kıro tipler yok etrafta. Gaye ve Ümit ile Atatürk heykelinin önünde buluşup Mavi bara gittik, sohbet ve birer içki sonrası Hideaway'de Pina Coladalarımızı yudumladık, burda barda durmak yerine oturduğumuz için biraz cafe modu oldu ama yine de saati 1 ettik. Ordan odaya ancak dön ve iki gibi uyu.
Sabah küfrederek 8de uyandık, aslında Meis'e gideceğimiz için heyecanlıyız ama uykumuz vardı demek. Meis Express'ten iki akşam önce adambaşı 90 tl'ye (çıkış harcı dahil) biletlerimizi aldık ve pasaportlarımızı da acenteye bıraktık. Biz sabah 10 gidiş, akşam 16 dönüş için bilet aldık, ama akşam 23te dönmek istersen 15 tl fark ödeyerek gidebiliyomuşsunuz. Meydanın hemen yanındaki feribot iskelesinden bindik.
30 dklık yolculukla Meis'e geçtik, pasaport kontrolünde Nevra tutuklanmak ile denize dökülmenin kıyısından geçti, nitekim nasıl oldu hala şaşırıyorum ama adaya girebildik.
Meis'in ufacık sahili, rengarenk evlere ev sahipliği yapıyor, 15 dakika yürüyüp uca kadar gidip geri döndük ve Stratos kafede ilk frappemizi içtik. Kastellorizo adanın yanaştığımız merkezinin adıymış ama sanırım adanın Yunanca adı da o. Orda feribottan indiğimiz yerin gerisinde kalan camiiye doğru ilerleyip Cafe Faros'ta denize girip bişiler içtik. Sabah küfrederek 8de uyandık, aslında Meis'e gideceğimiz için heyecanlıyız ama uykumuz vardı demek. Meis Express'ten iki akşam önce adambaşı 90 tl'ye (çıkış harcı dahil) biletlerimizi aldık ve pasaportlarımızı da acenteye bıraktık. Biz sabah 10 gidiş, akşam 16 dönüş için bilet aldık, ama akşam 23te dönmek istersen 15 tl fark ödeyerek gidebiliyomuşsunuz. Meydanın hemen yanındaki feribot iskelesinden bindik.
30 dklık yolculukla Meis'e geçtik, pasaport kontrolünde Nevra tutuklanmak ile denize dökülmenin kıyısından geçti, nitekim nasıl oldu hala şaşırıyorum ama adaya girebildik.
Saat 2 gibi de önceden önerilen balıkçılara tek tek baktık, ilk baştaki Billy's, To Paragadi, Lazarakis ve en sondaki Alexandre's arasında Billy's de karar kıldık. Kalamar, salata, kızarmış kabak, saganaki peynir ve cacık yedik. Arka sokaktaki süpermarkete ve turistik eşya satan mağazalara bakıp, duty free ye girdik. Bu arada duty freeye denize giderken de girmiştik, kadın istediğiniz ürünü belirli bir saat sonrasında alabilirsiniz ama ayıralım isterseniz dedi, nitekim akşamüstü geldiğimizde birçok şey, mesela rakı kalmamıştı.Bu arada iki adet 100'luk rakı 30 euroydu, Tr nin yarısı.
Diğer yandan, adada Mavi Mağara dedikleri, motorlu sandalla gidilen ve adanın, hatta Yunanistan'ın önemli mağaralarından biri vardı, biraz klostrofobik bulduğumuz için gitmedik. Eğer klise, müze görmek isterseniz, adada bunlar da var aslında.
Bu arada Meis Yunanca göz demekmiş, Kaş da tam karsisinda oldugu icin ismi de burdan geliyormuş.
Feribotla geri döndük, Kaş'ta pasaportlarımızı geri vermelerini beklerken Çınaraltı kafede oturduk, vasat bi dondurmalı waffle yedik. Otele dönmeden, gene yarımadada olan, Hidayetin Koyu adlı bi yeri çok övmüşlerdi oraya bakmak istedik, o doğal güzelliği gasp etmişler, Çeşme ortamını aratmayan Blanca Beach diye bir yer olmuş, üstelik park edicek yer de yoktu, biz de otele geri döndük.
Odada, önce bi güzellik uykusu, sonra birden belim tutulup yürüme fonksiyonunu kaybedince aldığım ilaçtan dolayı uykuya doyamamaca, nitekim sabah 6:30ta uyanmaca. Hayatımın bir akşamının böyle harcanmasına üzülsem de beynen ne kadar yorgun olduğum konusunda ikna olunca üzülmeyi bıraktım.
Sabah kahvaltı sonrası en sonunda beklenen tekne turuna çıkıyoruz. Ilk hedefimiz İnönü Koyu. İn'in önü anlamındaymış, politik karakterlerden bağımsız. Ordan Kekova Körfezinde Üçağız Koyuna park ettik, Kekova restaurantta öğle yemeğimizi yedik. Boyle bir tekne turunda yediğim en leziz yemekti resmen. Bu arada tekne de o kadar temiz ve beklentimi karşılayan bir tekne oldu ki, oncelikle herkesin bir şezlongu var ve prayı öderken yer planından seçip rezerve ediyorsun. Müzik çalmıyor, sıvıları birbirine karışmış yemek dağıtmıyorlar ve en güzeli de gerektiği kadar konuşan bir rehber her koyu kısaca anlatıyor, ismi Çarşı (hani BJK' nin taraftarlar grubu olan)
Neyse kısa reklamlardan sonra, Üçağız Koyundan bahsetmek gerekirse, koy çok miniş ve şeker. Mini bir meydan var, pansiyonlar var.
Ordan Kalekoy Simena antik şehrine geldik, buraya sadece deniz yoluyla ulaşılabiliyormuş. Burda kısa bur dondurma molası verdikten sonra (Muzlu için rüşvet verebilirim) Kekova Batık Şehrine, ordan da Akvaryum ve bir koya daha giderek 7 gibi döndük. Akşam Gizoş ve arkadaşlarıyla buluşup gene Tzaziki'de bol bol meze yedik: özellikle midyeli karidesli bi sos, midye dolması ici gibi bir meze yıkılıyodu.
Son gecemizdi, sahilden en sağa doğru giderek canlı müzik olduğunu duyduğumuz Echo Bar'a bakmaya gittik, San Torini'nin ara sokaklarındaki barlar gibiydi, yaş ortalaması da yüksekti, beğendik aslında hatta, yine de ertesi gün yola çıkacağımız için müziğin başlamasını bekleyemedik. İsmini duyduğumuz Asmaaltı adlı hem plaj hem restaurantın ve Mumi adlı bir başka plajın burda olduğunu kafamıza not alarak, gelecek sefere geldigimizde gideriz dedik, bir de Derya Beach'te 5 civari partiye, Nur Beach'te de güneşlenmeye artık gelecek sefere :) Gerçekten o kadar tadı damağımızda kaldı ki bu ara 29 Ekim'de gelsem mi diye (Cumhuriyet Bayramı büyük coşkuyla kutlanıyormuş) düşünmedim değil.
Son sabahımızda kahvaltı, denizle son kucaklaşma ve dördüncü kitabı bitirme sonrası yola çıktık. Biz ettik siz etmeyin, geçen seneki Kemer'den dönüşümüzü referans alma gibi bir salaklık yaptık ve nitekim 14 saatte dönebildik, evet Kaş'a tekrar gitmeyi dört gözle bekliyorum ama bu sefer uçak ve kısa bir kara yolculuğu ile!
Comments
Post a Comment