Kalpleri ısıtan Afrika - Johannesburg ve Cape Town, Haziran 2016
Bir
projeye destek olmak üzere bu
sefer Güney Afrika’da Johannesburg’a gidiyorum. Hem proje için, hem
uzun süredir gitmeyi istediğim Güney Afrika’ya gideceğim, üstelik de haftasonu
ile birleştirip Cape Town’a da geçeceğim için pek bir heyecanlıyım.
Uzuuunnn
bir uçak yolculuğundan sonra Johannesburg’a nam-ı diğer Jo’burg’ e vardım.
Havaalanına yakın City Lodge Casino
diye bi otelde kalıyorum. Etrafta pek birşey yok zaten şehir merkezine güvenlik
sebebiyle kimseyi pek göndermiyorlar. Biraz dinlendikten sonra ordaki arkadaşım
Gisele beni aldı, otelin yakınındaki Monte Cassino adlı açıkhava alışveriş
merkezi & restaurantların olduğu bir yere getirdi. Bizim Afyon’daki
outletleri andırıyor, bana ülkesiz bir mekan gibi geldi, heryerde olabilir.
Pazar ayininden sonra ailecek öğle yemeği yemek bir gelenekmiş ve heryer dolu.
Biz Ciao Baby Cucina adlı Italyan restaurantında yedik, Kinklet adlı Afrika’ya
özgü beyaz somon gibi bir balık denedim fena değildi. Bu
arada aylardan Haziran, tabii güney yarımkürede olma sebebiyle hava buz,
paltoylayım, zaten bir hafta önce de Dubai’de 40 derecedeydim.
Ordan
sanki gece Arnavut kaldırımlı bir sokakta yürüyomuş izlenimi veren iç kısma
geçtik, gündüz olmasına rağmen birçok yerde canlı müzik vardı. Ne
de olsa 11 saat uçtum diyerek odaya geldim ve biraz dinlendim. Gisele akşam
üstü bu sefer aslan safariye götürmek üzere aldı beni. Geçen sene Kenya’da
gittiğimiz safariden farklı olarak burası daha limitli bir alan ve üstelik
insanlar hem kendi arabasıyla hem de oranın sağladığı kafesli araçlarla
gezebiliyor parkta.
Sadece
aslan görücez diye beklerken eşit çizgilere sahip Zebra (geçen senenin üzerine
ilave bilgi: meüersem dağ zebralarının vücudunda sol ve sağdaki çizgileri eşit
olmuyormuş) ve Zurafa da gördük. Değişik değişik aslanlar arasında gözleri mavi
olan ve albino aslan ilginç. Bir o kadar da tehlikeliydi. Geçtiğimiz sene özel
arabasıyla giden bir kadının arabasını açıp yemişler bildiğin. O yüzden özel
alandaydı onlar. Uzaktan baktık. En
son olarak da bebek aslan sevmeye gittik, ben tabii salak gibi bebekliğine bi
aldandım ama üzerime atlayınca yusuf yusuf J
Güney
Afrika Istanbul’dan bir saat geride olduğu için sabahın 6sında uyanır uyanmaz
biraz çalışıp 8’de Pick'n Pay adlı çok şık, modern bir süpermarkette proje için
buluş. Proje de şu:
Dünya
Süt Günü için, Güney Afrika’da süt bağışı yapmak üzere büyük bir kampanya
başlatıldı, kampanyanın iletişimine destek olmak için ordayım. Markete de
günlük bağışlara bakıp, ekibi koordine etmek için sabahtan uğradık. Bir saat
sonra ofisteydik, yoğun toplantılar sonrası otele gel, yetmedi orda da ajansla
toplan ve tv karşısında sız.
Salı
günü de sabahtan benzer bir tempoda geçti. Markete kontrole git, önündeki
trafik ışıklarında ofisten kişilerle el ilanı dağıtarak projeye destek
olmalarını istedik. Normal birşeymiş gibi anlattığıma bakmayın, Istanbul’da
olsa ezilmiştik, burada normal karşılanıyor. Ancak siyahlara karşı ayırımcılığı
bu kadar iyi niyetli bir projede bile hissediyorsunuz, beyaz kişiler nerdeyse
sadece beyaz tenli iş arkadaşlarımdan el ilanı almayı tercih etti.
Öğleden sonra ise toplanan sütlerin bağışlanacağı Alexandra Community – Topluluğunun olduğu township dedikleri bölgeye gittim. Efendim, bu township dedikleri, sadece siyah insanların yaşadığı ayrı özerk bölgeler. Mesela J'burg de benim otelimin olduğu alanda sokaklar ve restaurantlar, evler vb Amerika gibi, hem gelişmiş, hem modern hem de lüks. Bu “hijyenik” hayatın dışında da başlarında güçlü bilindik liderleri olan çeşitli topluluklar var. Bunların en büyüklerinden biri olan Alexandra'ya doğru hareket ettik. Bizi topluluk üyelerinden biri bir benzincide karşıladı. Meğersem kendilerinden biri olmazsa içerde dolaşmak biraz tehlikeli olabiliyormuş, pek de hoş karşılamayabiliyorlarmış. Arabayı kullanan ajanstan arkadaşım telefonunu – çantanı sakla, arabanın camını patlatmasınlar deyince işin ciddiyetini anladım, neyse ki başımıza hiçbirşey gelmedi.
Öğleden sonra ise toplanan sütlerin bağışlanacağı Alexandra Community – Topluluğunun olduğu township dedikleri bölgeye gittim. Efendim, bu township dedikleri, sadece siyah insanların yaşadığı ayrı özerk bölgeler. Mesela J'burg de benim otelimin olduğu alanda sokaklar ve restaurantlar, evler vb Amerika gibi, hem gelişmiş, hem modern hem de lüks. Bu “hijyenik” hayatın dışında da başlarında güçlü bilindik liderleri olan çeşitli topluluklar var. Bunların en büyüklerinden biri olan Alexandra'ya doğru hareket ettik. Bizi topluluk üyelerinden biri bir benzincide karşıladı. Meğersem kendilerinden biri olmazsa içerde dolaşmak biraz tehlikeli olabiliyormuş, pek de hoş karşılamayabiliyorlarmış. Arabayı kullanan ajanstan arkadaşım telefonunu – çantanı sakla, arabanın camını patlatmasınlar deyince işin ciddiyetini anladım, neyse ki başımıza hiçbirşey gelmedi.
Buraları
kocamannnn gecekondu mahallesi gibi düşünün; elektrik, su yok, sokakta her
köşebaşında plastikten taşınabilir tuvalet duruyor. Ortam, evinizde içecek –
duş alacak suyunuz, önemsemedğiniz elektriğiniz ve hatta tuvaletiniz olduğu
için bile şükrettiriyor insana. Ara sokaklarda ilerledikten sonra bölgenin
sosyal kulübü gibi bir merkezi binasına geldik. Toplantı yapacağımız alanda
eskimiş, üstleri aşınmış sandalyeler ve duvarda Nelson Mandela dahil güney
Afrika için önemli olan birçok kişinin fotoğraf ve çizimleri yer alıyordu. Bu
arada her topluluğun bir lideri var, bizi de Alexandra’nın lideri Mr T. (Linda
Twala) karşıladı.
Planlamaları
bitirdikten sonra, otelde biraz daha çalışıp, şirketin ciddi üst düzey
kişilerinin olduğu bir yemeğe taksicinin de yolu bulamaması sonucu bir saat geç
git. Da Graziella restaurantta, yaşlı ama flörtöz dükkan sahibinin tatlı
sohbeti eşliğinde leziz yemekleri yedik.
Gene
sabahın köründe kalk, bugün asıl bağışları yapacağız. Alexandra’ya giderken
yolda kültür farklılıklarını görme fırsatı oldu. Trafiğin ortasında bir polis
dans ediyor gibi geldi, neden diye sordum, robot bozuldu yön gösteriyor dedi.
Meğersem trafik ışığı yerine “robot” diyorlarmış. Garaj’dan Angel’ alıcaz dedi,
bir benzin istasyonuna geldik, bulmaca gibi. Neyse Angel ile buluştuk ve
bölgeye girdik.
Hazırlıkları
yaptık, ekip geldi ve birden bire minnacik 300 siyah çocukla doldu icerisi, o
kadar şekerler ki, sütlerin ne kadar çok işe yarayacağını düşündükçe hem içim sızladı
hem de iyi ki bu projenin bi ucundan tuttum, yer aldım dedim. Teşekkür konuşmasından
topluluk korosu
bize
Gospel (dini şarkı denilebilir) söyledi ve dans ettiler, çok etkileyici bir
deneyim oldu. Ofis ve otelde bayılmaca.
Ertesi
gün işe git, öğlen tatilinde yemek için kantine inmek yerine Alman Sosisi yemek
için Holstein's e gittik, Octoberfest ortamında kocaman ve lezzetli sosisli sandviçleri lüplettik. Bu
arada ekiptekilerden biri bir hafta önce benzincide para ödemeye gitmiş ve
arabanın camını kırıp laptopunu çalmışlar ama o kadar rutin birşey gibi
bahsediyorlar ki, suç oranı yüksek ve hayatlarının bir gerçeği. Bir diğer
dikkatimi çeken konu, ofisteki herkes çok cana yakın ve bize göre tanımadıkları
insanlara özel hayatlarını anlatma konusunda rahatlar.
Jo’burg’deki
son akşamımda üzerimi değiştirdikten sonra başka bir alışveriş merkezi gibi bir
yere gittik, orda Prime Butcher adlı restaurantta yemeseydim olmazdı şeklinde Güney
Afrika etinin tadına baktım (sağlam iyiydi, tavsiye edilir). Başka bir dip not,
Türkiye fiyatlarına göre herşey çok ucuz, özellikle yemekler çok ucuz ve leziz.
Odaya
döndüm, heyecanla bavul yaptım çünkü yarın büyük gün; Cape Town'a gidiyorum!
Kululu.com dan aldığım biletle sorunsuz
bir şekilde iç hatlarda uçtum. Bir günlüğüne acenteden ayarladığım aracım beni karşıladı,
gitmek istediğim yerlerin listesini önceden gönderince ve tek kişi olunca iki
günlük programı tek güne sığdırdım resmen.
İlk
durağımız renkli plaj kabinleri ve surfçüleri ile meşhur Muizenberg. Kış olduğu
için tabii hiç kimse yoktu sahilde. Ordan Kalk Bay adlı şeker bir sahil
kasabasına gittik, antikacıları ile meşhurmuş ama ben el yapımı eşyaların ya da
tasarım ürünlerin olduğu ıncık cıncıkçılardan kendımı alamadım. Sırasıyla bi sürü
dükkanın olduğu bir başka kasaba Fish Oak, deniz kuvvetlerinin olduğu Simon's
Town ve Penguinlerin olduğu Boulders Beach’e geçtim. Burada inip penguenlerin
yanına kadar gittim. Etraftaki mağazalarda dolandım vb.
Arabaya atlayıp, dünyanın (anakara olarak) sonu diyebileceğimiz Cape of Good Hope ve Good Point – Umit Burnu’na özel bir parktan geçerek gittik. Bol bol resim çektirdikten sonra, Ocean View adlı ama hiç okyanus manzarası olmayan Cape Town’a ait bir topluluk – communityden geçtik. Buranın hikayesi biraz daha acıydı, beyazlar siyahlarla birlikte yaşamamak için onları zorla buraya göndermişler.
Arabaya atlayıp, dünyanın (anakara olarak) sonu diyebileceğimiz Cape of Good Hope ve Good Point – Umit Burnu’na özel bir parktan geçerek gittik. Bol bol resim çektirdikten sonra, Ocean View adlı ama hiç okyanus manzarası olmayan Cape Town’a ait bir topluluk – communityden geçtik. Buranın hikayesi biraz daha acıydı, beyazlar siyahlarla birlikte yaşamamak için onları zorla buraya göndermişler.
Hoat
Bay’de mola verdik, Casareccio adlı bir Italyan restaurantında hızlı bir yemek
yedik. Yemeğe eşlik etmek için ben tercihimi koladan yana kullanırken, şoförüm Roobois
adlı yöreye özgü çayı tercih etti, mantığını da yemekle sıcak birşey içince
yağlar eriyormuş, soğuk birşey içince donuyormuş gibi açıkladı. Gerçi
göbişi pek bu savı desteklemiyordu ya da
ender içiyo bu çayı J
Giderken
önerilen yerlerden biri de Stellenbosch Frakschhoek adlı bölgede şarap
bağlarını gezmek ve tadım yapmaktı. Ancak 2-3 saat süren bir yol olduğu için
onun yerine şoför beni Constania adlı bağalara şarap tadımına götürdü. 10 dolar
gibi bir bedel ödeyip 5 farklı şarap tadabiliyorsunuz, çok keyifliydi. Güney
Afrika şaraplarının tadına bakmanızı tavsiye ederim.
Turun
devamında Camps Bay adlı, bana palmiyeleri ile biraz Nice’in yokuşlu versyonunu
andıran bir deniz kenarında palmiye ağaçlarının olduğu bir semte geldik.
Sonrasında Clifton Bay, Banton Bay ve Sea Point takip etti. Buralar da deniz
kenarı ve güzel manzaralı yerler, hatta biraz Dragos gibi ama şık güzel
apartmanlar vardı.
Ordan
turu daha da genişletip Bo Kaap adlı, diğer Afrika ülkelerinden gelen göçmenlerin
yaşadığı ama evlerini ayırt etsinler diye canlı renklere boyadıkları bölgeye
geçtik, sokaklar gökkuşağı renklerine boyanmış, bana biraz da Kuba’yı
hatırlattı gerçi ama cidden çok değişik bir deneyim. Ordan şehrin daha merkezi
bir yeri olan Waterfront alanıan geldim ve bır gece geçireceğim Commodore Otel’e
check in yaptırdım. Keza para bozdurmam gerekiyordu, hem otelde hem de döviz
bürosunda cidden sıkıntı yaşadım, kimle konuştuysam da herkes bana katıldı.
Otelde
Table Top Mountain ve marina manzaralı odamda biraz dinlendikten sonra, deniz
kenarında kurulu olan Waterfront adlı hem alışveriş merkezi, hem restaurant hem
de eğlence yerlerinin bulunduğu alana doğru keşfe çıktım. Denize doğru gidince
bir anda kocaman bir dönme dolap karşınıza çıkıyor ve karanlıkta öyle güzel
parlıyor ki. Gezmeye onun arka tarafından başlıyım dedim, Albert Mall ve
Victoria Albert Hotel, etrafında Afrika’ya özel el işi ürünler satan düzgün mağazalar,
onun arkasında 2-3 restaurant, çok keyifliydi. Bu bölgeyi bitirince dönme dolabın
ön tarafına doğru gittim, bir anda sadece restaurant oldu etrafta.
Burası
aynı zamanda antrepo gibi bir mimariye sahip iki bloktan oluşan bir alışveriş
merkezine de çıkıyor. Ayak üstü bir yemek yedikten sonra (ki Ocean Basket adlı
fast food zincirini önermişlerdi ama akşam akşam ağır gelecek diye yemedim)
keşfe devam ettim. Amacım ertesi gün için internetten City Sight Seeing adlı
firmadan aldığım turun başlangıç noktasını bulmak. Herkes güvenlik konusunda
beni uyardığı için, temkinliyim. Ama Allah’tan her tarafta güvenlik vardı. En
başta gittiğim Albert Hall'u geçtim, o an kapalı olan ama ertsi gün gezdiğim Waterfront
Food Market’I geçtim (burda çeşitli standlarda değişik yemekler satılıyor,
yemedim ama güzel bir yere benziyordu) en sonunda otobüs durağının oraya
geldim. Buraya kadar herşey tamam. Tam karşıma bakınca, kaldığım otelin arka
kısmını gördüm ve super dedim. Geldiğim yoldan gidersem min 15 dakika sürecek,
ben en iyisi burdan çıkmanın yolunu buliim dedim, nitekim merdivenleri gördüm. Allah’ım
nasıl karanlık, nasıl ıssız, biri kesse kimsenin haberi olmicak, Az yürüyim
diye canımdan olucam şeklinde kendi kendime söylenerek otele vardım. Ben ettim
siz etmeyin.
Ertesi
sabah erkenden kalk, kahvaltı ve akşam tırsarak çıktığım merdivenlerden rahat
rahat inerek otobüse gittim! Bu iki katlı tur otobüsüyle çeşitli güzergahlar
alabiliyorsunuz, ben bir önceki turumdan eksik olan bir tanesini tercih ettim.
Ilk olarak Strand diye bir bölgeden geçtik, meğersem 1940ların ortasına kadar,
şimdi sahil şeridinde olan binaların yerinde deniz varmış ve Strand de plaj demekmiş.
Ordan meşhur Long Street’e geldik, buranın en canlı ve merkezi sokağı ama tek
başına pek dolaşmayın demişlerdi ben otobüsle gitmekle yetidim. Ilerleyince
farkettim ki, bir gün önce gittiğim ve renkli evleri ile beni mutlu eden Bo-Kaap
bölgesine çok yakınmış. Hatta o bölgeye Malezya bölgesi de deniyormuş. Bir
başka rivayete göre kölelik döneminde siyah giymeye zorlandıkları için, onun isanıyla
evleri renkli renkli boyamışlar.
Öğrendiğim
bir baika ilginç bilgi de günümüzde Afrika’da konuşulan Afrikaans lisanının
Hollandaca’dan etkilenmiş olması ama ilk çıktığında özellikle Müslüman
Afrikalılar anlasın diye Arapça haflerle yazılıyormuş. Ordan görüntüsü masa üstüne benzeyen Table Top Dağı'na çıktık. belirli bir yerde inip teleferikle doğal parkta yürüyebiliyorsun ama ucağımın saati yaklaştığı için bunu tercih etmedim, zaten en minik parkur bir gün sürüyormuş. Ama yukarıdan şehir manzarasını görmek bile çok keyifliydi.
Biraz
daha ilerleyip, sahil kenarında gözüme kestirdiğim Camps Bay’de indim, bir
Cumartesi günü olduğu için etraftaki Mynth, Caprice, Kuala cofeeshops vb full.
Bu arada J’burg’de o kadar dikkatimi çekmedi ama Cape Town’da herkes sağlığına
çok dikkat ediyor, sokakta bisiklete binen ve koşan bir sürü insan gördüm.
Şansıma hava güneşli ama deniz kenarı olduğu için o kadar rüzgarlı ki, donma
oranımı azaltmak için super bir sıcak çikolata alarak yürümeye devam ettim.
Dayanamadığım noktada tur otobüsünü yakaladım ve en rüzgarsız koy diye
övündükleri Clifton’a geçtim. Burda da bir sürü plajlar var yanyana, her birini
yok aileler, yok mankenler yok gencler tercih ediyormuş, kategorizasyon ve
ayırımda son nokta.
Yavaş
yavaş otele gitme vaktim yaklaşmıştı, otobüs son durağa gelmeden önce Cumartesi
günleri açılan Orange City Farm Market adlı, organik ve yerel yemeklerin
(pişmiş yemek de var) satıldığı marketin önünden geçtik,daha fazla vakit
olsaydı oraya da gidilebilirdi dedim kendi kendime. Havaalanına gitmek için,
Istanbul’da bile o sırada kullanmamış olduğum Über’den bir araç çağırdım, hem
konforlu hem hızlı hem de ucuz bir şekilde havalimanına vardım, görmek
istediğim bir başka yeri daha deneyimlemiş olmanın verdiği mutlulukla Dünya
Küçük dedim!
Gidemediğim
iki önemli yer Nelson Mandela’nın 18 yıl tutuklu olarak yaşadığı Robin Island -
Robin Adası ve Jo’burg’de bulunan, 1950ler ile 1990ların ortasına kadar Güney
Afrika’da geçerli olan ırkçı ayrımcılık sisteminin anlatıldığı Aparthide Müzesi,
fırsatınız olursa programınıza ekleyin.
Comments
Post a Comment