Paris'te 30'lu yaşlar başkadır, Nisan 2016
Bir Cuma sabahı
atladık uçağa ver elini Paris (tabii ki bu kadar spontan olmadı:) Havalanından
çıkışta Roissybus'a bindik, direk 1 saatte Opera Meydanı'na geldik. Paris
bölgelere ayrılmış durumda, sağolsun bizi evinde ağırlayacak olan Nevra'nın
arkadaşı Ayça da 8. Bölgede oturuyor. İndiğimiz yerde taksi bulamadığımız için
elimizde bavulla 15 dakika kadar eve yürüdük.
Hava soğuktu ama
Allah'tan yağmur yağmıyordu. Apartmana geldik,
resmen 1700'lerden kalma ve tek kişilik bir asansör, neyse 30 dakikalık macera
sonunda eve bavulları bırakıp ve sokağa attık kendimizi.
Daha önce birkaç kere
gelmiştim Paris'e, hatta bi keresinde iş için günübirlik gelmiştim. Ama 30'lu
yaşlarımda ayrı bir görmek istiyordum kaç zamandır, şimdi nasip oldu. Iki gunlük metro
kartlarımızı aldık ve Trocadero istasyonunda inip sola döndük, voila Eiffel!
Bu
arada Paris'in metro sistemi integral sorusu çözmek gibi, Allah'tan Nevra olaya
hakim. Biraz daha ilerledik, Seine Nehri'nin karşı tarafına geçip, hop on hop
of tekne alalım dedik ama gittikleri her yeri zaten önceden görmüş olduğumuz ve
bazılarını tekrar yaya olarak görmeyi planladığımız için, pazar günü yapacak
birşey bulamazsak ona bineriz dedik. Yakında minik standların olduğu bir
marche/pazar vardı orda takıldık.
Ordan tekrar geri
yürüdük, Trocadero Meydanında, cafelerin olduğu alana geldik. Ayça'nın
tavsiyesi olan Carette'te yer olmadığı için yanındaki Cafe Kleber'e tünedik. Bu
arada burası tipik bir Paris kafesi. Dışarıda minik yuvarlak masalar ve
sandalyeler, yüzümüzü güneşe verdik ve Oh la la diyerek, anlamsiz bir şekilde Fransa'ya özgü bir
yemek yemek yerine bildiğin hamburger söyledik :)
Sonrası beter oldu,
biz yemek sonrası Saint Germain'e gideriz ordan çıkarız Champs-Elysees yaparız
havaları atarken, sabah 7 uçağıyla gelmiş olmanın ve o koca hamburgerlerin
etkisiyle, öyle fena bir uyku bastırdı ki dayanamayıp eve gidip uyuduk. Işin
kötüsü zamanımız boşa gidiyo diye suçluluk duygusu da hissetmedik, aksine
yaşlanmışız diyerek bi hüzün çöktü, yanılmışız oysa:) 5'te tekrar çıktık sokağa, hava mis, Saint Michel semti civarında Seine Nehri
üzerinde Ile de France adlı mini adacıka gittik, ordan Musee D'orsay ve Notre
Dame De Paris klisesinin olduğu bölgeye geldik. Seine nehri şehri
ikiye bölüyo ve 500 mt de bir bir pont/ köprü ile diğer tarafa bağlanıyor.
Bu arada dikkatimizi çeken bir
başka konu da sokakta fular ya da eşarp takmayan tek bir bayanın olmaması idi,
o kadar eleganlar ki.
Notre Dame De Paris
klisesine girdik, ayin vardı, aynı zamanda müze gibi olduğu için etrafta
insanlar dolaşıp, resim cekiyorlardı. Kocaman LCD ekranlardaki duyuruları ve
kalabalığı ile nerdeyse hayatımda gördüğüm en büyük
klise olabileceğini düşündüm. Ordan tekrar St Michel'e yürüdük ve
St Germain'e
geçtik, Cour de Commerce adlı çok güzel bir pasajın içinden geçtik (Bizim Çiçek
Pasajı gibi ama tepesi açık ve bi sürü restaurant, patisserie var).
Amacımız
en eski ve bilindik cafelerinden Cafe de Flore'e gitmek, uzun uğraşlar sonucu
da olsa bulduk. St Benoit sokağının girişinde, Louis
Vuitton'un karşı köşesi. Sıcak puding kıvamında minik bir sürahi sıcak
çikolatamı afiyetle içip, saatin gece 8'e geldiğini farketmemizle koşturarak eve
döndük.
Ayça ve erkek
arkadaşı Diego ile sohbet ve üst değiştirme sonrası, orada yaşayan Türklerin
doğumgünü kutlaması için Butte Chaumont adlı parka gittik 19. Caddede. Pavillion Puebla adlı
bir yerde yemek yedik. Bir süre sonra gündüz diskosu gibi müzik ve dans başladı
ama ortam halen aydınlık. Saat 12'ye
geldiğinde ortam koptu, DJ 80'ler çalıyor, o şarkıları nerden ezberlemiş olduğunu
anlamadığım üzerlerinde garip kostümler olan 20'li yaşlardaki tipler bağıra
çağıra soyluyolar. Yorgunluğumuza rağmen nerdeyse 2'ye kadar kaldık orda.
Ertesi sabah 10
gibi kahvaltı için çıktık, yürûyerek Villiert bölgesinde Le Dome adlı yerde
croissant, yumurta ve tabii ki sıcak çikolatalı kahvaltı yaptık. Burası da
ambians olarak gene tipik Parisien bir kafe idi, dışarda yuvarlak masalar,
geleni geçeni izledik, hava da güzeldi çok keyifli oldu. Hemen yanında Rue de Levy diye araç trafiğine kapalı çok şeker bir sokağa girdik, yanyana bir sürü peynirci, çiçekçi vb gibi dükkan var sanki Kadıköy/Beşiktaş çarşıları gibi samimi bir sokak. Bir peynirciden çeşitli peynirler aldık. Ordan yürüyerek opera meydanına geçtik ve alışveriş için ayrıldık. Ben Diego ile. magazalardan olmazsa olmazım Uniqlo'ya gittim, ordan meşhur Galerie La Fayatte adlı çok katlı mağazanın en üst katına çıktık, güzel bir Paris manzarası vardı ama kafe kapalıydı, bişeyler içme şansımız olmadığı için biz de iki köşe sonra Printemps mağazasının ikinci binasinin 9. Katına çıktık. Sarap eşliğinde bir yanda Eiffel diğer yanda Arc d'Truimph manzarasının tadını cıkarttık. Ordan Nevra ve ben biraz yürüyüp, biraz otobüse binip meşhur Champs-Elysees caddesine geldik. Burası bir sürü mağazanın olduğu gepgeniş ve uzun bir cadde. Bir ucunda Arc d'triompe (Zafer Anıtı) diğer tarafında ise Louvre Müzesi var. Birkaç mağazada vakit geçirdikten sonra taksiye binip Chatelet semtine gittik ve Theatre du Chatelet'te Kuba'lı tiyatro sanatçılarının yorumladığı 'Carmen du Cuba' için bilet aldık.
Akşamüstü eve dön
dinlen, yürüyerek sushiciye git, ordan da kızlar olarak tiyatroya. Sürreal bir
şekilde İspanyolca müzikali Paris'te çoğu şeyi anlamadan izle (Allah'tan
Carmen'in konusunu biliyorum). Arada şampanya içilirmiş, biz de hemen uyum
sağladık.
Çıkışta Diego ile 2.
bölgedeki Experimental Cocktail Bar'da buluşmak için Rue Saint Savour'a gittik.
Bölgenin adı Montorgueil diye de geçiyormuş. Barın hikayesi ilginç, Fransa'da
halk genelde şarap içtiği için cocktailleri
sevdirmek icin bu tarz barlar revaçtaymış. Asmalı'daki Novo gibi miniş ama bir
o kadar da kalabalık bir yer, üstelik menüden
beğenmezsen istediğin lezzeti tarif ediyorsun ve çok güzel yapıyorlar. Ordan
taksi ile Rue de Honore'da Hotel Costes'a gel. Burası da biraz ağır abilerin
takıldığı, English pub görünümlü ve bir o kadar da popüler bir barmış. Bi anlık
uyku basması yaşasam da sohbet iyiydi ve ayıldım, 2:30'da
ordan çıktık ve yürüyerek eve gittik. Bu arada Fransa Başbakanı'nın evinin ordan geçtik,
doğru düzgün polis bile yoktu. Bir diğer bu arada, insanlar o kadar alışkın ki
metroya binmeye ve yürümeye, 15-20 dakikalık yürüyüş rutin sayıyorlar. Biz de
İstanbul'a dönünce daha sık yürüyelim dedik, yalan oldu tabii.
Eve geldik, mideler
leş olmuş, e Meksika'lı bir eniştemiz var, mideler yatışsın diye peynirli
tacoları yuttuk yatmadan önce ve en sonunda 4'e dogru
yattık.
Pazar sabahına gec basladık, 11:30 gibi Le
Marais'e geldik. Burası şehrin Jewish bölgesiymis, biraz bohem ve biraz da gay
insanlar olur dediler. Bu arada etrafta bir suru yerin onunde kuyruk var, megersem falafel satiyorlarmis ve Pazar gunu gelenegiymis. Biz kahvaltı için 'Le loir dans la theiere' adlı bir yere
geldik, ev dekorasyonlu cok otantik bir yere, sanki Cihangir'de bir kafedeyiz.
Über bir kahvaltıdan sonra biraz yürüyüp,
nehir kenarındaki
tekne restaurantlardan birinde kola molası verdik, ordan ev ve bavulu kaparak
otobusle havaalanına geldik. Kısa da olsa o kadar keyifli geçti ki, iyi ki
geldik dedik :) Dönüşte dünya küçük diyerek bir diğer
destinasyonuma doğru yol aldım.
Comments
Post a Comment