Yaz sıcaklarına kısa bir ara - Edinbra (Edinburgh), Ağustos 2013
Aslında bu yazının başlığı “Macera dolu edinbra” olacaktı. Üstelik
“Oh Belo, burası Edinbra Iskoçya” seklinde başlayan bir şarkı da uyarlamışken.
Ama başka bir yazıya da bu ismi verdiğim için farklı bir başlık kullandım.
Öncesinde anlatilabilecek o kadar çok şey var ki; Ocakta aldığım bilette yediğim kazık, rezervasyon yaptığımız otelin zırt pırt önceden parayı kredi kartından çekmesi ve geri vermesi, vize alırken yaşadığımız komedi ve stres. Ama hepsine değdi! Hatta bence bu yılın en iyi seyahati oldu.
Herşey Iskoç eniştemizle başladı, 11 kişi yollara düştük: Müge –Steve, Irem – Tolga, Gökçe –Alper, Oral – Haluk ve ben-Nevra-Aslı üçlüsü. Bizim üçlü dışındakler bizden bir gün önce gitti ama macera bizle başladı ;)
Önce sabah 6’da beni alacak Nevra uyuyakaldı. Allahtan Aslı Nevra’yı uyandırdı da sıkıntı olmadı. Uçak şaşırtıcı derecede dolu. Ve tek turist biziz.
4 saatlik direk uçuştan sonra Havaş gibi otobüse bindik ve oranın ana cadesi olan Princess Street’e geldik. Bizi bir gayda sesi karşıladı resmen. Aman ne güzel deyip dinleyip, bol bol foto çektik. Acaba kaç gün dayanıcaz bu sese diye düşündük.
Neyse, macera bizle başladı demiştim, hiçbirimiz otelin adresini almamışız yanımıza!! Sora sora Ballantrae adlı otelimizi bulduk bi şekilde, Allahtan yakındı merkeze. Otelin üst köşesinde otobüs terminali, yanında da Louis Vuitton mağazası. Nasıl bir semtte olduğumuzu tam anlayamadık.
Otelde oda hazır değil, acıktık, Aslı’nın
telefonu çalışmıyor, ayaklı felaketleriz.
Bişiler yemek için işlek bir cadde olan George Street te “Cafe Centro” ya gittik. Biz ettik siz etmeyin, milyon saat bekleyerek, vasat bir yemek yedik. Bu arada Ağustos ayında Edinburgh (Edinbra okunuyor) festivali var, sokaklar nasıl canlı anlatamam. Her yerde gösteri çadırları ya da sokakta köşebaşında gösteriler, üstelik bütün gün. Kliseler hatta evler festivalde mekan olarak kullanılıyormuş.
Bu arada hava güneşli, 25 derece nerdeyse, ama gölgede serinlik kendini hissettiriyor.
George Street’ in altinda Rose diye daha geleneksel, pub ve dükkanların olduğu bir sokaktan geçtik ordan aşağısı da ana cadde olan Princess. Birkaç sokak gösterisi izledikten ve bol yürüdükten sonra, oranın bir nevi SultanAhmet i olan Royal Mile a geldik. Etrafta Iskoç etekleri ve bilimum Iskoç hediyelik eşyası satan mağazalar ve viski tadım yerleri, publar. Üst ucunda Edinburgh Kalesi, diğer ucunda Hollybrooks Sarayı, arada birçok tarihi mekan. 1 millik bu alanda birçok kraliyet mekanı olduğu için Royal Mile deniyormus.
Ekibin diğer bekarları Oral ve Haluk (tatil ismi ile Harun) ile yolda karşılaştık. Hep birlikte Camera Obscura adlı, herşeyin göz yanılmaları üzerine kurgulandığı bir müzeye gittik. Ilk baştaki kısım cok sıkıcı olsa da sonrası günü kurtardı, komik resimler çekip bol bol güldük.
Ve asıl bomba odaya gidince patladı: Ocakta oteli ayarlarken Nevra Iskoçyaya gelmeyi pek istemiyodu, biz odayı iki kişilik ayarladık. Birleşip doğumgünü hediyesi uçak bileti aldığımız halde, ufak bir detayı unutmuşuz: ona oda ayarlamayı!! Odada üçüncü yatak yok diye çemkirdiğimiz otel görevlisinin bizi terkedermiş gibi “we need to talk” demesi ile mini bir şok yaşadık. Festival dönemi, otelde extra yatak ya da oda yok!! Bi ters iki düz yatalım, yatay yatalım, şilteyi aşağı indirelim bilmem ne çözümleri. Nitekim akşam yanyana rahatca yattık.
Akşam taksi ile “Pleasence Courtyard the Grand” adlı mekanda- “The Boy with the Tape in His Face” adlı ağzında bant olan ve konuşmayan bir adamın komedi show u nu izledik. İlk başta enişte biz Ingilizce anlamayız diye buna getirdi şeklinde düşünmedik diil ama yorumları okuduğumuzda en iyi gösterilerden biri olduğunu anladık.
Ordan deli dana yürüyüşler. Three Sisters adlı bir açıkhava pub u sonrası Frankenstein adlı eski bir kliseden bozma barda kareoke eşliğinde apple cider ve oda.
Sabah Grayline turu ile Highlands dedikleri bir nev-i bizim yaylalara gidicez. Önce Glasgow'a gittik, gittik dediysem sadece George St ve Canon St görüp, bir de katedralde durduk. Bana kalsa ben bir tam gün geçirirdim Glasgow'da ama bu kadarı ile yetindik. Tam bir endustri şehri, Edinburgh da doğa ve tarihi binalar ne kadar korunmuşsa, burda o kadar cok yeni ve metalik yapılar mevcut.
Tur kapsamında, Loch Lomond
gölünde tekne turu, Aberfoyle
kasabasında Coach House adlı bir cafede Iskoçların geleneksel yemeği olan Haggis
(bir çeşit sakatat) tadımı, başka bir noktada
Iskoç ineği olan perçemli inek Hemish molası verdik.
Sterling Kalesine gittik ama biz girmedik içeri. Bu arada araba sürücüsü aynı zamanda tur rehberi ve çenesi çok düşük. Şimdi arabayı paralel parkedicezden nerdeyse dişime birşey kaçtıya kadar her detayı anlattı. Bir başka detay da, heryer yemyeşil ama o filmlerde gördüğümüz uçsuz bucaksız bir yaylaya çıkmadık mesela.
Akşam George Streetteki Tigerlily adli çok şık bir restaurantta, 11 kişi olduğumuz için bize özel bir odada yemek yedik. Şansa somelier Türk çıktı ve bilmediğimiz konularda yardımcı oldu. Örneğin adı 'bok' ?? olan deniz börülcesi gibi bir yemek var ve wok içinde pişiriyorlarmiş. Wokta bok varmış bu ne olaki derken, adam duydu ve bize minik bir tabakta “bok” getirdi. O sırada da ben brokolili bir yemeğe bakıyordum ve yakıştıramadım o yemeğe, “brokoli” mi dedim. Bunu da duydu maalesef. 5 dk sonra bir tabakta brokoli geldi. Hepimizin yüzünün aldığı hali görmeliydiniz. Aynı sokaktaki “Spiegeltent” adlı gösteri çadırında “Le Clique” adlı Burlesque Show’u izledikten sonra, bekar tayfası ilk restaurantın altındaki “Lulus” adlı bara gittik. Sadece biz + iki kız ve bir lezbiyen kız daha. 13 yaşındaki dj e istediklerimizi çaldırdık, bütün mekan bizim gibi hareket ettik ve ordan aynı sokaktaki “Why not” adlı bar. Burasi kalabalık, 15lik çocukların bize saldırışı sonrası kız kısmı olarak odaya dönüş.
Ertesi gün kendimizi gündüz
alışverişe verdik. Öğlen salatalarımızı alıp, Princess Gardens
da piknik yaptık.
Hava o kadar güzeldi ki, tshirt & hırkaylayız gündüz. Memleketteki aşırı
sıcaklara tatlı bir serinlik molası oldu resmen. Gerçi akşamları üşüme
konusunda aynı şeyi söyleyemicem. Günün devamında Aslı ile Royal Mile’in diğer ucu olan “Palace of Hollybrooks”- Kraliyet Sarayı na sağlam yürüdük ve döndük.
Akşam yemeği için merkezden uzak “Prestonfield Otelde” “Rhubarb”
adlı restauranta gittik. Burası eski bir malikane, etraf yemyeşil, ortalıkta
tavuskuşu dolaşıyor. Değişik ve güzel yemekler yiyip, şehre geri döndük. Edinburgh
Castle da Military Tattoo adlı, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen orduların
showlarını izledik. Yeni Zelanda ordusu Gangam Style dans bile yaptı :) Tören açıkhavada, siz siz
olun sıkı giyinin ve yanınıza battaniyeniz i alın!
Bu arada tattoo (dövme), davullara sopaların vurması sonucu oluşan
ritm anlamına geliyormuş. Vücuda yapılan tattoo ismi de, mürekkebin cildi döverek
nüfus etmesinden geliyormuş.
Sokaklarda sağlı sollu “x close”, “y close” diye, sokakları alt sokaklara bağlayan daracık geçitler var. Grup olarak hep birlikte olduğumuz son gecemizdi, bir yerlere gidelim topluca dedik. Oranın en meşhur yeri olarak iletilen, eski bir klise olan Ghillie Dhou ya gittik ve
bomboş olduğu için çıkmamız bir oldu. Son iki seyahatte internetteki gece hayatı tavsiyeleri patladı (bkz: San
Torini, Franco’s). Yürüdük, Rose St bomboş. Öncü olarak gönderdiğimiz erkekler
Lulu's da kuyruk var deyince, hemen gittik, iğne atsan düşmüyo ama gençlik dolu.
Herkese kimliğini çıkarsın diye çığıran kapıdaki adam sıra bize gelince kimlik sormadı
bile, direk geç dedi:) Ortam biraz satış ve pazarlama şeklinde idi, bekar
erkekleri biraktık ve otele döndük.
Perşembe sabahı ekip geri döndü, Aslı - Nevra -ben üç başımıza kaldık diye bi içimiz burkuldu. Grubun ilk gün gittiği ve çok önerdikleri “Bridge of Allan” kasabasına trenle gittik. Ilk defa hafif çiseledi. Dolanmaca, “Jamjar” adlı kafe sonrası, sakinlik üstümüze geldi ve şehre döndük. Tk Maxx adlı, markaların ucuza satıldığı mağazaya gidelim diye yanlış istasyonda inip taksi ile Craigleith teki mağazaya gittik. Aslı ile ben dönüşte otobüse bindik. Şöför aşırı arkadaş canlısı, sanki tur rehberi, anlata anlata gidiyo J Glasgow Rangers taraftariymis, biz de hemen Turgay dedik; düzeltti bizi; Tur 'gey' dedi :) One mile diye bir yerden geçtik, burda 1 mil içerisinde 11 milyarderin malikanesi varmış.
Otele esyalari birakip, RoyalMile’e, yan
sokaktan Grassmarket adlı, renkli kapıların, değişik mağazalar ve pubların olduğu
sokağa geldik. Yolu uzatıp eşek gibi yürüyüp otele dönmece.
Akşam ben illa deniz görücem diye tutturunca, Leith Walk adlı büyük bir sokaktan, limana indik. etrafa bakındık. “Commercial Quay” adlı deniz kenarında birkaç restaurant var ve hepsi bomboş!! Festival olup da neden sadece o mekanların etrafı doluyor onu anlamadık. En sonunda köşedeki Mithas adlı bir Hint restaurantına gittik. Nevra Hint mutfağının en sevdiği yabancı mutfak olduğunu deklare ettikten sonra ne sipariş vereceğini hatırlayamadı :).
Eve dönüşte, otele yakın bir yerde 99 Hanover St adlı modern ve keyifli bir pubda geceyi sonlandırdık.
Prş son gün geri kalan turistik gezilere
devam ettik: sabah Calton
Hill e gittik. Burası şehrin içindeki en yüksek tepelerden biriymiş. Apollo Tapınağı
gibi bir tapınak yapmak istemişler ancak paraları bitmiş ve yarım kalmış. Glasgow
Belediyesi parasını veririz ama tepesine Glasgow yazıcaksınız demişler. Tabii
ki bizimkiler de kabul etmeyince tapınak yarım kalmış. Edinbralılar “Disgrace
of Edinburgh” –Edinbranın Utancı
diyolarmış kendi aralarında.
Ordan St Johns Klisesinin bahçesinde, minik Ortaköy ıncık cıncıkcı standlarından oluşan Design and Art Fair e gittik. Bu arada bizim tvit diye bildiğimiz koyun yününden kumaş ve Harris Tweet markası, özellikle çanta ve ceketleri çok meşhur. Bu fuarda da Harris marka çantaları görünce dayanamayıp aldık en sonunda.
Herkes yollarını ayırınca, ben kitapçı Waterstones da 2 saat geçiirdim. Ordan ikinci pikniğimiz için buluştuk. Çıkışta buralara kadar gelip de viski içmemek olmaz dedik. Çakma viski tadımı icin Royal Mile a gittik ve ikinci yudumda viskiyi hiç sevmediğimi tekrar hatırladım. Kadın tadını yumuşatmak için 1-2 damla su dökün diyor, ben o kadar çok su döküyorum ki nerdeye 2 damla viski kalıyor içinde.
Ve en sonunda deli gibi yağmur başladı. Türkiye’ye dönmeden Tolga eniştemizin bizden bir ricası oldu. Internetten 2-3 t-shirt sipariş vermiş, teslimat yetişmemiş onlara, bizim almamızı rica etti. 2-3 tshirt nedense 2 kutuda geldi, onların otelinin önünde de yol çalışması var, labirent gibi yürüyerek ellerim full, üstüm ıslak odaya döndüm. 3 derken başındaki 1i unutmuş Tolga, 13 tshirt sığmadı benim bavula, Aslı sağolsun o taşıdı hepsini. Tolga eniştemizin de canı sağolsun, kırk yılda bir birşey istemiş bizden (elbet çıkar bunun acısı :) ) Akşam yemek için George St teki “The Dome” adlı yine eski bir katedral olan, dışarıdan cok şık ve kazık bir yer gibi gözüken bir restaurantta lezzetli ve çok daha pahalı olmayan yemekler yedik. Son gecemizde de bir gösteri izleyelim dedik, “Underbelly Theatre” da Airnadette adlı vasat gosteriyi izledik. Valla gösteriden ziyade, gösterinin olduğu yerdeki açık hava bar daha keyifliydi. Çıkışta sokaktaki ışığa doğru gittik ve Assembly adlı Küçükçiftlik Parkı gibi bi yerde, açıkhavada birşeyler içtik. Festival zamanında insanların sadece festival mekanlarındaki açıkhava publarında takıldığını, diğer yerlere gitmediğini böylelikle anladım.
Son gün resmen yolda geçti, kalk kahvaltı taksi h alani tax free (para iadesi yok,
formu veriyosunuz sadece) ve uçuş. Görmeyi hayal ettiğim bir yere daha gitmiş
olmanın mutluluğu ile dünya küçük dedim :)
Öncesinde anlatilabilecek o kadar çok şey var ki; Ocakta aldığım bilette yediğim kazık, rezervasyon yaptığımız otelin zırt pırt önceden parayı kredi kartından çekmesi ve geri vermesi, vize alırken yaşadığımız komedi ve stres. Ama hepsine değdi! Hatta bence bu yılın en iyi seyahati oldu.
Herşey Iskoç eniştemizle başladı, 11 kişi yollara düştük: Müge –Steve, Irem – Tolga, Gökçe –Alper, Oral – Haluk ve ben-Nevra-Aslı üçlüsü. Bizim üçlü dışındakler bizden bir gün önce gitti ama macera bizle başladı ;)
Önce sabah 6’da beni alacak Nevra uyuyakaldı. Allahtan Aslı Nevra’yı uyandırdı da sıkıntı olmadı. Uçak şaşırtıcı derecede dolu. Ve tek turist biziz.
4 saatlik direk uçuştan sonra Havaş gibi otobüse bindik ve oranın ana cadesi olan Princess Street’e geldik. Bizi bir gayda sesi karşıladı resmen. Aman ne güzel deyip dinleyip, bol bol foto çektik. Acaba kaç gün dayanıcaz bu sese diye düşündük.
gaydalı guppak cevriye |
Neyse, macera bizle başladı demiştim, hiçbirimiz otelin adresini almamışız yanımıza!! Sora sora Ballantrae adlı otelimizi bulduk bi şekilde, Allahtan yakındı merkeze. Otelin üst köşesinde otobüs terminali, yanında da Louis Vuitton mağazası. Nasıl bir semtte olduğumuzu tam anlayamadık.
Canlı George Street |
Bişiler yemek için işlek bir cadde olan George Street te “Cafe Centro” ya gittik. Biz ettik siz etmeyin, milyon saat bekleyerek, vasat bir yemek yedik. Bu arada Ağustos ayında Edinburgh (Edinbra okunuyor) festivali var, sokaklar nasıl canlı anlatamam. Her yerde gösteri çadırları ya da sokakta köşebaşında gösteriler, üstelik bütün gün. Kliseler hatta evler festivalde mekan olarak kullanılıyormuş.
Bu arada hava güneşli, 25 derece nerdeyse, ama gölgede serinlik kendini hissettiriyor.
George Street’ in altinda Rose diye daha geleneksel, pub ve dükkanların olduğu bir sokaktan geçtik ordan aşağısı da ana cadde olan Princess. Birkaç sokak gösterisi izledikten ve bol yürüdükten sonra, oranın bir nevi SultanAhmet i olan Royal Mile a geldik. Etrafta Iskoç etekleri ve bilimum Iskoç hediyelik eşyası satan mağazalar ve viski tadım yerleri, publar. Üst ucunda Edinburgh Kalesi, diğer ucunda Hollybrooks Sarayı, arada birçok tarihi mekan. 1 millik bu alanda birçok kraliyet mekanı olduğu için Royal Mile deniyormus.
Ekibin diğer bekarları Oral ve Haluk (tatil ismi ile Harun) ile yolda karşılaştık. Hep birlikte Camera Obscura adlı, herşeyin göz yanılmaları üzerine kurgulandığı bir müzeye gittik. Ilk baştaki kısım cok sıkıcı olsa da sonrası günü kurtardı, komik resimler çekip bol bol güldük.
Ve asıl bomba odaya gidince patladı: Ocakta oteli ayarlarken Nevra Iskoçyaya gelmeyi pek istemiyodu, biz odayı iki kişilik ayarladık. Birleşip doğumgünü hediyesi uçak bileti aldığımız halde, ufak bir detayı unutmuşuz: ona oda ayarlamayı!! Odada üçüncü yatak yok diye çemkirdiğimiz otel görevlisinin bizi terkedermiş gibi “we need to talk” demesi ile mini bir şok yaşadık. Festival dönemi, otelde extra yatak ya da oda yok!! Bi ters iki düz yatalım, yatay yatalım, şilteyi aşağı indirelim bilmem ne çözümleri. Nitekim akşam yanyana rahatca yattık.
Akşam taksi ile “Pleasence Courtyard the Grand” adlı mekanda- “The Boy with the Tape in His Face” adlı ağzında bant olan ve konuşmayan bir adamın komedi show u nu izledik. İlk başta enişte biz Ingilizce anlamayız diye buna getirdi şeklinde düşünmedik diil ama yorumları okuduğumuzda en iyi gösterilerden biri olduğunu anladık.
Ordan deli dana yürüyüşler. Three Sisters adlı bir açıkhava pub u sonrası Frankenstein adlı eski bir kliseden bozma barda kareoke eşliğinde apple cider ve oda.
bütün kızlar Katedralde toplandık |
Sabah Grayline turu ile Highlands dedikleri bir nev-i bizim yaylalara gidicez. Önce Glasgow'a gittik, gittik dediysem sadece George St ve Canon St görüp, bir de katedralde durduk. Bana kalsa ben bir tam gün geçirirdim Glasgow'da ama bu kadarı ile yetindik. Tam bir endustri şehri, Edinburgh da doğa ve tarihi binalar ne kadar korunmuşsa, burda o kadar cok yeni ve metalik yapılar mevcut.
Loch Lomond da bir malikane |
Hanimiş de Hemish |
Sterling Kalesine gittik ama biz girmedik içeri. Bu arada araba sürücüsü aynı zamanda tur rehberi ve çenesi çok düşük. Şimdi arabayı paralel parkedicezden nerdeyse dişime birşey kaçtıya kadar her detayı anlattı. Bir başka detay da, heryer yemyeşil ama o filmlerde gördüğümüz uçsuz bucaksız bir yaylaya çıkmadık mesela.
Akşam George Streetteki Tigerlily adli çok şık bir restaurantta, 11 kişi olduğumuz için bize özel bir odada yemek yedik. Şansa somelier Türk çıktı ve bilmediğimiz konularda yardımcı oldu. Örneğin adı 'bok' ?? olan deniz börülcesi gibi bir yemek var ve wok içinde pişiriyorlarmiş. Wokta bok varmış bu ne olaki derken, adam duydu ve bize minik bir tabakta “bok” getirdi. O sırada da ben brokolili bir yemeğe bakıyordum ve yakıştıramadım o yemeğe, “brokoli” mi dedim. Bunu da duydu maalesef. 5 dk sonra bir tabakta brokoli geldi. Hepimizin yüzünün aldığı hali görmeliydiniz. Aynı sokaktaki “Spiegeltent” adlı gösteri çadırında “Le Clique” adlı Burlesque Show’u izledikten sonra, bekar tayfası ilk restaurantın altındaki “Lulus” adlı bara gittik. Sadece biz + iki kız ve bir lezbiyen kız daha. 13 yaşındaki dj e istediklerimizi çaldırdık, bütün mekan bizim gibi hareket ettik ve ordan aynı sokaktaki “Why not” adlı bar. Burasi kalabalık, 15lik çocukların bize saldırışı sonrası kız kısmı olarak odaya dönüş.
Edinbra yaylaları bizden sorulur |
piknikten bir enstantane :) |
Hello dergisi pozumuz! |
Malikanemizdeki yemek |
Kraliyer askerleri girerken |
Sokaklarda sağlı sollu “x close”, “y close” diye, sokakları alt sokaklara bağlayan daracık geçitler var. Grup olarak hep birlikte olduğumuz son gecemizdi, bir yerlere gidelim topluca dedik. Oranın en meşhur yeri olarak iletilen, eski bir klise olan Ghillie Dhou ya gittik ve
Lulu's |
Perşembe sabahı ekip geri döndü, Aslı - Nevra -ben üç başımıza kaldık diye bi içimiz burkuldu. Grubun ilk gün gittiği ve çok önerdikleri “Bridge of Allan” kasabasına trenle gittik. Ilk defa hafif çiseledi. Dolanmaca, “Jamjar” adlı kafe sonrası, sakinlik üstümüze geldi ve şehre döndük. Tk Maxx adlı, markaların ucuza satıldığı mağazaya gidelim diye yanlış istasyonda inip taksi ile Craigleith teki mağazaya gittik. Aslı ile ben dönüşte otobüse bindik. Şöför aşırı arkadaş canlısı, sanki tur rehberi, anlata anlata gidiyo J Glasgow Rangers taraftariymis, biz de hemen Turgay dedik; düzeltti bizi; Tur 'gey' dedi :) One mile diye bir yerden geçtik, burda 1 mil içerisinde 11 milyarderin malikanesi varmış.
Grassmarket -sokakla çok uyumluyum! |
Akşam ben illa deniz görücem diye tutturunca, Leith Walk adlı büyük bir sokaktan, limana indik. etrafa bakındık. “Commercial Quay” adlı deniz kenarında birkaç restaurant var ve hepsi bomboş!! Festival olup da neden sadece o mekanların etrafı doluyor onu anlamadık. En sonunda köşedeki Mithas adlı bir Hint restaurantına gittik. Nevra Hint mutfağının en sevdiği yabancı mutfak olduğunu deklare ettikten sonra ne sipariş vereceğini hatırlayamadı :).
Eve dönüşte, otele yakın bir yerde 99 Hanover St adlı modern ve keyifli bir pubda geceyi sonlandırdık.
Prş son gün geri kalan turistik gezilere
Calton Hill -sanki Atina |
Ordan St Johns Klisesinin bahçesinde, minik Ortaköy ıncık cıncıkcı standlarından oluşan Design and Art Fair e gittik. Bu arada bizim tvit diye bildiğimiz koyun yününden kumaş ve Harris Tweet markası, özellikle çanta ve ceketleri çok meşhur. Bu fuarda da Harris marka çantaları görünce dayanamayıp aldık en sonunda.
Herkes yollarını ayırınca, ben kitapçı Waterstones da 2 saat geçiirdim. Ordan ikinci pikniğimiz için buluştuk. Çıkışta buralara kadar gelip de viski içmemek olmaz dedik. Çakma viski tadımı icin Royal Mile a gittik ve ikinci yudumda viskiyi hiç sevmediğimi tekrar hatırladım. Kadın tadını yumuşatmak için 1-2 damla su dökün diyor, ben o kadar çok su döküyorum ki nerdeye 2 damla viski kalıyor içinde.
2-3 t-shirt |
Ve en sonunda deli gibi yağmur başladı. Türkiye’ye dönmeden Tolga eniştemizin bizden bir ricası oldu. Internetten 2-3 t-shirt sipariş vermiş, teslimat yetişmemiş onlara, bizim almamızı rica etti. 2-3 tshirt nedense 2 kutuda geldi, onların otelinin önünde de yol çalışması var, labirent gibi yürüyerek ellerim full, üstüm ıslak odaya döndüm. 3 derken başındaki 1i unutmuş Tolga, 13 tshirt sığmadı benim bavula, Aslı sağolsun o taşıdı hepsini. Tolga eniştemizin de canı sağolsun, kırk yılda bir birşey istemiş bizden (elbet çıkar bunun acısı :) ) Akşam yemek için George St teki “The Dome” adlı yine eski bir katedral olan, dışarıdan cok şık ve kazık bir yer gibi gözüken bir restaurantta lezzetli ve çok daha pahalı olmayan yemekler yedik. Son gecemizde de bir gösteri izleyelim dedik, “Underbelly Theatre” da Airnadette adlı vasat gosteriyi izledik. Valla gösteriden ziyade, gösterinin olduğu yerdeki açık hava bar daha keyifliydi. Çıkışta sokaktaki ışığa doğru gittik ve Assembly adlı Küçükçiftlik Parkı gibi bi yerde, açıkhavada birşeyler içtik. Festival zamanında insanların sadece festival mekanlarındaki açıkhava publarında takıldığını, diğer yerlere gitmediğini böylelikle anladım.
Açıkhava pub ı |
Comments
Post a Comment