Bir günlük macera: Marsilya -Eylül 2011

Kaderin alakasizca bulusturdugu 5 kisi. Bir yanlış anlaşılma sonucunda nerdeyse sadece bir günlüğüne gelinen bir tatil. Rahat koltuklar ve güleryüzlü ama biraz konuskan hosteslerin olduğu bir gece uçuşu. Gecekondu mahallesini andiran, özensiz ve metro istasyonu vari basit bir havaalani. Transfer aracı ile merkez istasyona gidiş ve taksi icin dışarı çıkmamız ile birlikte hayatin gerçekleri ile tanışmaca: iğrenç bir sidik kokusu?!,  uzun bir taksi kuyruğu ve etratfa ne taksi ne de harita yok, fareler cirit atıyor. Saat ise sabahın 4’ü.
Tam bir korku filmi başlangıcı yaptık Marsilya’da. Oysa surpriz bir şekilde Pegasus’tan hediye olarak kazanmıştım bu seyahati.  Kanal Türk’te “Aş Kendini” adlı en sevdiğim Türk seyahat programını sunan  Aydan’la olacaktık. Neyse ki, başladığı gibi kabus geçmedi.
Bu aksilikleri umursamayıp  iphone google maps ile, bar çıkışı yemek yiyen göçmenlerin arasından yürüye yürüye bulduk yolumuzu. Otelimiz ara sokakta St Louis adli mini bir otel, binanin dışı ve hatta odanin sade ama şık dekorasyonu Fransızların Provence adlı bölgesinde bulunduğumuzu hatırlatıyor. Odamızın dışında minik ama şirin bir balkonumuz bile var üstelik.
Sabah, croissant kokularıyla (kahvaltı salonuna odamızın yanında) uyanıp,  gece o yorgunlukla oda anahtarımızı kapının dışında unuttuğumuzu görerek şaşırıyoruz. Ağızda dağılan croissant ımızı reçel ile yiyip, tabana kuvvet diyoruz. İlk durak, sokağımızın önündeki ikinci el pazarı. Ama nasıl eskiler, yani insan utanır satmaya. Sonraki günlerde akşam çal, sabah sat pazarı adını verdik oraya. Aralardan çıktık, Rue Paradis  (cennet sokağı) markaların olduğu sokaktan geçip –ki Pazar günüydü ve tek bir yer bileaçık değildi, Canabiere adlı ana caddeden geçtik. Oradan deniz kenarının ve asıl hareketin olduğu Vieux Porte (eski kapı, port) a geldik. Pazar günlerine özgü ıncık cıncık standları, orası sabun ile ve zeytinyağı ile ünlüymüş, bir de lacivert çizgili t-shirt satıcıları her yerde. Nasıl sıcak anlatamam, Nevra’ya hemen koşup şapka aldık.  Portun orta kısmında “petit train” dedikleri, şehirde kısa tur attıran trene bindik. Zaten Marsilya seyahatini sidik kokusu ve tren yolculuğu ile hatırlayacağım, seyahatin yarısı trende geçti. Petit train çok şeker. Bir sürü yer gezdik, tepelerde Notre Dame Klisesi’ne bile çıktık (ki bana kalsa tren olmasa çıkmazdım). Mum yakıp dileklerimizi diledik ve şehre geri döndük. Portun arka sokaklarından birinde kalan La Plaine adlı sokakta – akşamları da hareket bu civarda- Fuxia adlı bir yerde, son zamanlarda içtiğim en lezzetli (üstelik de house wine) roze şarap eşliğinde yemeklerimizi yedik.  Gene porta döndük güneş altında bir süre bekleyerek, feribotla D’if Adasına (Monte Cristo Kontu orda yaşamış – Ezel’in başlangıç hikayesi) gittik. Feribot bizi adaya bırakırken, başka bir grup insanı da Le Frioul adasına bıraktı, halk meğersem oraya denize gidiyormuş. Bu arada Marsilya’nın da Le Prado diye bir plajı var, önünden geçtik mini trenimizle, yıkılıyodu valla, içimde kaldı denize giirememiş olmak. Eğer kaleye şatoya meraklı değilseniz, adaya sakın gitmeyin. Yazılarımı okuyanlar bilir, zaten bir kale takıntım var benim. Aynı, hepsi aynı. Eğer illa gidicem diyosanız da sabahtan gidin, hem kabak gibi güneş var hem de çok yokuş –merdiven,dıhhanır kalırsınız. Dönüşte odaya geldik, üstümüzü değiştirip grupla toplanarak akşam yemeği için Place de Julian’da Melo Cafe’de, ultra komplike bir sipariş vererek akşam yemeğimizi yedik. Bu Place Julian da Marsilya’nın bohem semtlerinden biriymiş ama yaz muhalefeti sebebiyle biz ve birkaç masa daha vardı, heryer kapalı idi (Ağustosta Avrupa’ya giderken dikkat edilmeli. Ya sadece deniz ya da kültür turu ideali, bizdeki gibisi olmuyo).
Ertesi gün, güne erken başladık ve Marsilya’da görecek pek fazla birşey kalmadığı için Cannes’a gittik (bu ne bohem hayat di mi). Aslında Cannes için planlarım farklıydı, bir Cote d’Azur gezisi kapsamında Monaco, St Tropez ile filan görmek istiyordum ama nihilist ve sabırsız kişilik sonucu bugüne kısmet oldu. Sahile yürüyerek indik veeee mini trene binerek dağ tepeyi gösterdiler bize.
Bu sefer sahildeki her türlü oltelde kim kalmış, kim nerde kiminle tanışmış bilgilerini dealdık. Cannes film festivali ile anılan ve sürekli ünlülerin akın ettiği lüks bir şehir, ancak ben film endüstrisinin etkisini daha fazla görmeyi beklerdim, bana az geldi. Onun yerine bütün lüks mağazalar dizilmişti sıra sıra. Öğlen Pepperoni adlı bir yerde yemek yedik. Sonra etrafta dolanmaya devam ettik, sıcaktan takatimiz kalmayınca “Le Notres” adlı pastane- kafe arası şık yerde oturduk. Çok lezziz milföy ve bir tatlıyı daha paylaştık Nevra ile. Hesap geldi ve hayatımızın en pahalı milföyünü -16 eur verdik!!- yediğimizi farkettik. Bu duyguyu en son Mimolet adlı restaurantta bir litrelik bir şişe suya (üstelik 3 şişe içmiştk) 27 tl verince yaşamıştım, biz de aynısını yaptık ve bir bardak soğuk su içtik.
Dönüşte akşam yemeği için meydanda Le Place Provence adlı yerde pek leziz olmayan bir yemek yedik. Ordan Baloo adlı mekanda içkilerimizi yudumladık. Yanımızdaki tiplere –genelde gençlerdi- bakarak, tanıdığımız insanlara benzeterek eğlendik. 
Son gün Aix en Provence ‘a bir wine tur a gidelim dedik. Ancak yer ayırtmayı son dakikaya bırakınca yer kalmadığını öğrendik. (Mutlaka önceden yer ayırtın:  00 33 (0) 629 21 9117) Aş Kendini - Aydanlar da çekim için oraya gideceklerdi, toplu olarak otobüse binip bölgeye gitik. Minik bir merkezi var, o kısmı cidden çok şeker, tam bir Orta Çağ kasabası gibi, nerdeyse Don Kişot çıkacak karşınıza bir anda. Şehir turumuza nasıl başladıık? Tabii ki mini trenimize bindik ve dolandık. Orada “simple food” adlı bir yerde fast ama leziz food yedik, çekimlerimizi yapıp 15 dakikalık ünümü yaşadım! 
İlginç, ev dekorasyonu mağazaları vardı, onlara girip çıktık. Baktım Nevra beni durduruyo,meğersem annem tembihlemiş saçma sapan birşeyler aldırtma diye J Yukarı kısımda başka bir meydanında oturup komik bir o kadar da şekerli çıkan içecekler istedik . 4 gibi otobüse binip Marseille’e döndük. Son alışverişlerimizi yapıp, aman da Fransa’ya kadar gelmişiz, crep yemeden olmaz diyerek kreplerimizi de yedik. İsimlerimizin listede olmadığı uçuşta isimlerimizi buldurup, bavulumuzu kendimiz tartarak uçağımıza bindik. Sabah 6 gibi eve sonra da yarı baygın vaziyette işe gittik, o kadar yorgunduk ki dünya küçük bile diyemedik.

Comments

  1. belin cim, ben de 3 günlük Marsilya yapmıştım... aynı duyguları paylaşmışız. Havaalanında ilk lokumu geçirmiştim, görevli bile yoktu.. sokaklar sidik kokuyor ve her yerde köpek pisliği dolu, adım atmak dikkat ister. Bizim otelimiz bir şato idi ama şehir dışında, oteli dinlemeyip, dönüş için taximizi önceden rezerve etmediğimizden, şarap festivali gecesi neredeyse sokakta kalıyorduk. birisinin uyarısı ile taxi duragının düğmesine ısrarla basarak bir şoforu yatagından kaldırdık ve 85.00Eur ödedik 13 km. için......ama hayatımın en güzel şaraplarını orada içtim....

    ReplyDelete

Post a Comment

Popular posts from this blog

Ayvalık , Cunda - Temmuz 2011

Safranbolu, Kasım 2010

VAN minüt - Mart 2012