Piramitlerin sırrı ve ben :) -Kahire, Şubat 2016

Yıllık ekip toplantısı için istikamet bu sefer Kahire, daha önce vize almama rağmen kısmet olmamıştı, en sonunda gidebildiğim için çok mutluyum.
Sadece iki saat süren uçuş sonrası havaalanında önceden ayarlanan transferi beklerken vampir sürüsü gibi taksicilerin yapışması ile bi şok yaşadım. Dışarı bi çıktım taksi durağı filan yok, ya o yapışkan ve kazıkçı amcalarla ya da halk otobüsü ile sağlanıyor havaalanından ulaşım.
Şehrin yeni bölümü olan New Cairo da JV Marriott otelde kalıyoruz. Otel odama bavulumu yerleştirip hemen toplantıya gittim. Bitince rehberimiz George geldi, iş arkadaşım Tawfiq; nam-ı diğer 'Bro' ile buluştuk ve arabaya binerek şehrin eski bölümünde yer alan Khan el Khalili / El Hussein bölgesine doğru yol almaya başladık. Yol almaya başladık derken trafik fena, şerit diye birşey yok ve resmen herkes birbirinin yolunu alıyor. İşin komik kısmı lüks arabalar dışında çarpık ya da çiziği olmayan araba yok resmen.İlk öğrendiğimiz bilgiler Piramitlerin o dönem yaşayan Fero denilen kralların mezarları olduğu ve Mısır'ın krallık döneminden sonra Yunan İmparatorluğu'na geçmiş olması. Asıl Julius Sezar'ın karısı olan Kleopatra'nın aslen Yunan olduğunu öğrenince nedense bir şok yaşadık.Yolda sabrımızı sınayıp gerim gerim gerilerek Old Cairo / Eski Şehir dedikleri bölgeye geldik. 3 klise, 1 sinagog ve en sonunda da meydana ismini veren El Hussein Camiisi'ni gezdik.

Bu arada sabah 6:30'ta uçak öncesi kahvaltı yapmıştım ve saat 15:00 oldu, bana kalsa sokaktan birşey alırdım ama boşluğumuza geldi ve hem rehber önerdi diye hem de tabelasında bizim Turk Pronto Tour yazdığı için meydandaki bir yere oturduk. Yemekler gelmeden amca sağolsun içinde kaynar su ve çatal-bıçak olan bir bardak getirdi, bakın 'hijyenik' diye de vurguladı ve tabii biz yemeği ellerimizle yemeğe başladık! İlk gelen tahin sos ve Falafel  oldu. Benim bildiğimden farklı olarak nohut yerine mısır ve yeşil otlarla yapıyorlarmış, içi yeşildi. Mısır'ın pizzası olan Fıtr sipariş ettik, o gelene kadar güneşi kaçırmayalım diye meydanın etrafındaki Kapalıçarşı gibi bölgeyi gezmeye koyulduk. Çok benziyo, ürünler benzer, tabii bol bol piramit, papirüs filan var. Geri döndüğümüzde pizzamız gelmişti. Yağlı görüntüsünü görür görmez dilencilerden birine verdik. Gezmeye devam ettiğimizde geleneksel ve halkın gittiği (temizliği konusunda söz veremem) yerlerde yemek fiyatlarının 5-10 pound olduğunu ve bizim  vasat ama turistik bir yemeğe 15 katı parayı verdiğimizi görünce bu tongaya nasıl düştük dedik. Bu arada tabii bir Ortadoğu klasiği bütün gün boyunca sokaktaki üç sarışın kadından biri oldum. 
Güneşli olmasına rağmen hava beklentime göre biraz soğuktu, bütün gün paltoyla dolaştık. 
Otele gel 6 gibi. Gene New Cairo bölgesinde Kazoku adlı bir Japon restaurantına gittik, herşey çok lezzetliydi. Bu arada muhabbet bir şekilde 'hayatında hiç birşey çaldın mı' ya geldi, ben de bir kere İngiltere'de upuzun sapı olan bir dondurma kaşığı aşırmıştım dedim ve tabii sonrasında olacakları bilseydim 'dilimi eşekarısı soksun' derdim.
Otele döndük, sabah 6'da kalkıp Naazi ile gyme gittik (kendimle gurur duydum:)
Kahvaltıya indik ve salak gibi sürme amaçlı kullanılan bıçağı çok beğendiğimi söyledim. Ofise gitmek için araca bindiğimde saolsun patronumun bıçağı koca çantama atmış olduğunu gördüm (itiraf: bıçak benle İstanbul'a gelmiş ve şu anda mutfak çekmecemde duruyo olabilir:) 
Bütün gün toplantıdan sonra otele döndük, akşam yemeği için yaklaşık iki saatlik trafik sonrası Sachi adlı bir yere geldik. Sahibi bir gece önceki yer ile aynıydı ve benzer bir menü + et çeşitleri vardı. Sushi de ette çok iyiydi. Neyse çıkışta kapıya yakın bir duvarda 'Değerli müşterilerimiz' yazmışlar, üstten alta 10 sıra, yanyana 5-6 isim yer alıyor ve her ismin üzerinde de bir et bıçağı var. Ne kadar görmemiş birşey filan derken çıktık dışarı. Bu sefer sabahtan temkinliyim yanımda da kumaştan küçük bir  çanta var, bi ağırlık hissediyorum meğersem patron gene aşırmış bıçağı, çanta kesilir kopar demeden küçücük şeye o keskin bıçağı tıkıştırmaya çalışıyo. Evde çok et yemediğim için geri verdim:)
Süper bir uyku sonrası 6'da kalk spora in gene, ofiste toplantı. Marwa jest yaptı,  Mısır'da sabah kahvaltıda falafel ve foul (fasulye püresi gibi birşey) yiyorlarmış, ondan getirtti ofise, yaşasın lokal yemek! 
Tabii çantama birşeyler atma konusunda boş durmadılar gene, günün hasılatı iki mini kavanoz reçel, bir gümüş kaşık ve Mısır'daki ofisin genel müdürünün zımbası oldu. Hepsini geri verdim.Ofis çıkışı yol üstünde Port Cairo adlı salak bi AVMye uğradık, mağazalar açık değil, etrafta insan yok, aradığımızı bulamadık ve otele döndük. Üst değiştir, bavul yap derken bir gün önceden trafik süresinden tedbirliyiz, üstelik Downtown'da Nil nehrinin karşı kıyısında insan yapımı bir ada olan Zamalek'e gidicez, bu yüzden 18:30'da  yola çıktık. Nitekim gideceğimiz yere varmamız iki saati buldu. Sequoia adlı, direk Nil üzerinde olan, nargile içilen, traditional müzik çalan ciddi geniş ve bir o kadar da kalabalık bir restauranta geldik.
Bu arada geldiğimizden beri ilk defa lokal yemekler olan bir yere geldik, heyecanlıyız. Geldigimizdne beri o kadar çok Sushi yedik ki Sushinin anavatanı Mısır diye dalga geçmeye başladık. Önümüze Amerikan servis kağıttan bir menü geldi, kalemle yaklaşık yirmi tane yemek işaretledik- nasıl heyecan yaptıysak. O kadar abartmışız ki siparişi, garson 4 kişi için biraz fazla değil mi bu dedi:) Tabii ki adamın dediği oldu. Humus, mutabbel, babagannuş aklınıza Orta Doğu mutfağından ne gelirse söyledik. 

Bunların hiçbiri Mısır'a özgü değilmiş zaten onlar da 1-2 yemek dışında genelde Orta Doğu mutfağının birleşimi bir mutfağa sahip olduklarını kabul ediyorlar. Daha önce denemediğim, bizim dönerin ince kıyım et gibi kesilmiş versyonu shawarma vardı ki onu da tahin ile pita içinde yiyorlar genelde, çok lezizdi. Final vuruşu da Umm Ali (Arapça Ali'nin annesi anlamına gelen) adlı bol şekerli ekmek pudingi diyebileceğimiz bir tatlı ve revaniye benzeyen bir başka tatlı Basbousa ile bitirdik. Bu arada şoförümüzle kanki olduk, ertesi gün piramitlere gideceğimizi öğrenince başladı döktürmeye: Eski zamanlarda kralları mumyalarken burnundan özel bir yöntemle beyinlerini çıkarıyorlarmış, kalp dışında diğer organları da kavanoza koyup geri kalanını mumyalıyolarmış. Kalbi bırakmalarının sebebi ise ahiret günü geldiğinde kuş tüyü ile kralın kalbini tartıp, kalp daha hafif ise 'bu iyi insan cennete alalım' muhabbetiymiş. Bu arada ben nerde yaşıyosam artık, bilmediğime şaşırdığım birşey mumyalama tekniğinin sırrının halen çözülememiş olması. 
Bu arada piramitlerin nasıl inşaa edildiği de halen gizemini koruyo (bunu biliodum bah), Mısır'da 108 civarı piramit varmış ve bazılarında 130 tonluk yekpare taşlar kullanılmış, taşın getirildiği yer piramitlerden uzak bir yerdeymiş, nasıl taşıdılar, nasıl inşaa ettiler halen gizemini koruyomuş. Otele varınca midem epey dolu olduğu için uyuyamadım ve sabah da erken kalkıp spora gidemediğim için de cidden üzüldüm. Başıma gelecekleri bileydim...
Büyük gün geldi, piramitlere gidiyoruz! Rehberimiz El Giza platosunda 3 piramit olduğunu ve bunların aynı aileden krallara ait olduğunu, ilk kralın da  Keops olduğunu aktardı. Mısır'a gideceğimi duyduklarında daha önce gelenler beni hep uyarmıştı, piramitler hayalkırıklığı, şehirden görüyosun, çok ihtişamlı değil filan gibi. Hiç de öyle olmadı açıkçası. Kahire'ye 30 dk uzaklıktaki Giza şehrine geldiğinde uzaktan piramitleri görünce arabadaki üç turist olarak bi ooooo sesi çıkarttık. Özel bir yoldan yukarı çıkıp piramitlere vardık. 


Grand Pyramid olarak geçen ve Kral Keops'un piramitinin içi, diğerlerine göre tam ters şekildeymiş. Mumya ve mezarlar normalde piramitin en altında yer alırken, burda diğer tarafa daha kolay ulaşmak için en tepesine kurulmuş. Biz de ilave 200 Mısır poundu ödeyip içeri girdik. Rehberimiz içerisi çok klostrofobik hem de karanlık, pek birşey görmeyeceksiniz diye caydırmaya çalıştı. Dinlemedik tabii, bir de Piramitler dünya mirası,  yok Eyfel Kulesi yok Özgürlük Abidesi sadece bulundukları şehirlerin alamet-i farikası deyip daldık içeri. 
Bi kere rehber bizi caydırmak için yanlış sebepler söylemiş, e hadi onu kaale almadık bir Allah'ın kulu bile önceden dikkat edin demez mi. Tarif ediyorum: taşlık bir yoldan yukarı doğru çıktık, önümüze 45 derecelik açıda eğimli duran ahşaptan bir rampa çıktı, üzerinde de dikey ahşap var basamak niyetine. Piramitin tepesine doğru gittiğimiz için tavan yüksekliği de 50 cm filan. Kambur bir vaziyette 10 dakikada yukarı çıktık. Sonra mumya odasına gelmeden nerdeyse diz üstü, karanlık bir geçitten 1 dkda geçtik ve karşımıza kralın mumya odası (mumya yoktu orda) çıktı.


Gene olsa gene giderim, o yolculuk çok ilginç ancak kaymayan bir ayakkabıyla gidin, klostrofobiniz varsa gitmeyin. Keza inen de çıkan da aynı yoldan gidiyor, klima yok, bizim sansimiza o siralarda Misir'da turizm çok parlak olmadığı için aşırı kalabalık değildi. Şubat ayı olduğu için de çok sıcak değildi, şanslıydık kısacası.Ordan biraz daha küçük olan ikinci piramite gittik, biraz ilerde üçüncü ve daha miniş olanı vardı, ordan panoramik alanda çeşitli üçü bir arada fotolar çektirip Sfenkslere gittik. Sfenksler insan kafalı ve aslan vücutlu piramit koruyucularıymış. Bu arada eski çağ dedikodularını öğrenmekten geri kalmadık.
Meğersem Julius Sezar ile Kleoptra aşk yaşamış ve Kleo hamile kalmış, çok zor bir doğum olmuş, doktorların doğum esnasında bir ameliyat yapmaları gerekmiş ve başarılı geçmiş, bu sebeple ameliyata da sezarın adını vermişler: Sezaryen ameliyatı da burdan geliyomuş.
Kahire'ye geri dönüp, meşhur Tahriri meydanının ordaki Mısır Müzesine gittik. Mumyalama teknikleri, kralların mumya odalarında yanlarında götürdükleri
muhtelif altın kolye, terlik, yatak, taht vbyi gördük. Binlerce yıl geçmesine rağmen bu kadar sağlam ve hatta bazılarının da güncel kalabilmesine şaşırdık. Bu arada Mısır İhtilal esnasında halkın müzenin yağmalanmaması için bir zincir oluşturup, vücutlarını kalkan etmelerini her hatırladığımda  tüylerim diken diken oluyor. 
Sonra 1 gece konaklayacagimiz şehirdeki otelimiz Zamalek Hilton'a geçtik. Yemek saati gelmişti, hem şehri görmek hem de lokal yemek yemek için Abu layla adlı ikinci el pazarina gitmek istediğimizi söyleyince annemiz (Marwa:), yanımızda olmasa bile bize yasakladı:) Onun yerine yeni otelimize yakın bir yerde 26 Temmmuz caddesi üzerinde Zööba adlı modern ve organik yerel Mısır yemekleri yapan bir yere gittik. Cucheri diye bir yemekleri var, uzun makarna - flüt makarna, mercimek ve nohuttan oluşan, üzerinde bir de domates sosu var, sossuz olarak ondan yedik, ciğer ve kavanozun içinde özel bir peynir yedik afiyetle, çok ama çok memnun kaldık. 





Akşam yemeği için 22 gibi The Loft adlı mekanda Marwa ve kocası Amr ile buluştuk. Burası direk Nil nehri manzaralı, terası da olan bir yer. İlginç yanı restaurantlarda içki çok pahalı, büşon ödeyerek kendi içkini yanında getirebiliyosun. Giderek kalabalıklaştı mekan, gerek ortam, gerek insanlar, gerek kıyafetler aynen İstanbul, hiç bir farkı yok. Biraz aydınlık ve yüksek müzik tezatı vardı, üstüne yoğun sigara dumanı ve tabii sabahki piramit sporundan yorgun düştüm ve 1 gibi döndük.  
Ertesi gün son günümde sabahtan çalıştım, öğlene doğru otelde harita kalmadığı için resepsiyondaki kadının el ile yakın çevreyi çizdiği haritamla kendimi sokağa attım. Hava da nasıl güzel, nasıl güneşli anlatamam. Sokaklarda zigzaglar çizerek dolandım, apartmanların o kadar geniş ve yüksek tavanlı girişleri var ki aynen Şişli, Nişantaşındaki eski evlerin girişi gibi, ama bir o kadar da köhne. Eski olmasında hiç sorunum yok ama binalar bakımsız olunca üzüldüm, üstelik de o kadar zengin bir muhtitte. İlk yapıldığı zamanki ihtişamını hayal ettim. Tur devamında beklenmedik sokaklarda beklenmedik mağazalar, çıktı karşıma, mesela bir apartmanın ikinci katındaki kitapçı gibi...
Zamalek insan yapımı bir adaymış, sokaklar (köhneliği dışında) İzmir'i Kıbrıs Şehitlerini hatırlattı biraz. Bütün konsolosluklar da bu bölgede konuçlanmış, hepsinin deniz manzaralı köşkleri var mübarek.

Akşamüstü Marwa eşiyle beni aldı ve Felluca denilen nostaljik ve bi o kadar da keyifli yelkenlilerle Nil nehrinde tur yaptık. Kağnı hızıyla 1 km içerisinde dönüp durmamıza rağmen çok sevdim, hatta İstanbul'da olsa iki-üç saatliğine kiralayıp yanına kahvaltını /şarabını vb alıp dolaşılabilir diye içimden geçirdim (çok çok ucuz dediler)
Ordan Giza şehrine geçtik (Kahire ve Giza'yı bizim Avrupa ve Anadolu yakası gibi düşünün, birleşimine Büyük Kahire diyorlarmış). Bir sürü büfenin olduğu bir meydana geldik. Fitah adlı bir yemek yedim: en altta ekmek kıtırları, üstte pilav, üstte Mısır modeli Shawarma  adlı döner ve soğan, yazarken bile canım çekti, süperdi.

Ordan otel, bavul ve 45 dakika sürer dedikleri yol 1,5 saat sürerek havaalanına vardım ve gormeyi cok istedigim bir yerden keyif alarak eve gittigim icin Dünya Küçük dedim.

Comments

Popular posts from this blog

Ayvalık , Cunda - Temmuz 2011

Safranbolu, Kasım 2010

VAN minüt - Mart 2012