New York’ta başka bir hayat! - Kasım 2011 (bölüm2)
Ramazan Bayramı’nda, kar fırtınası yüzünden NY uçağına
binememiş ve havaalanından üzgün bir şekilde geri dönmüştük (yerine gittiğimiz
Roma tatili için bkz: Roma –Eylül 2011).
Kurban Bayramı tekrar bizi ümitlendirdi ve düştük yollara. Yazının ilk bölümü için tıklayın
Gün 5: Salı
Bugün Manhattan’ın dışında bir Woodburry adlı outlete gidicez. Internetten mağazalara baktık, hangilerine gidiceğimizin listesini yaptık. Otelin üst sokağında bir yerden otobüs ayarladık, otobüsün park ettiği yerin önünde bir bagel cı vardı, leziz bir bagel alarak otobüse bindik. Bize yerleşim planı verdiler, gideceğimiz mağazaları işaretledik filan, çok komikti. İndik ve Nevra ile “ayrı mağazaların insanlarıyız” deyip yollarımızı ayırdık. Bu arada her önüne gelen birşey sipariş etti, elimde bir liste var ki birkaç sf. Neyse ki, birkaç ayakkabı ve birkaç çanta için bile oraya gitmeye değdi J Nevra alışverişini bitiremediği için 4 otobüsü ile benle gelmedi. Ben de otobüsten inip Duane Reade’e gidip makyaj malzemelerine saldırdım (bir gün önce de Mac’ten almıştım ıvır zıvır). Gören cidden beni profesyonel bir makyaj sanatçısı sanabilir, o kadar çok kozmetik almışım (annem zaten Nevra’yı uyarmış aldırtma ıvır zıvır diye).
Akşam için Robert de Niro’nun yeri Nobu’da yer ayırttık. Burası da füzyon bir Uzakdoğu restaurantı. Biz gene menüde yazan hiçbirşeyi anlamadığımız için, tam sushi söyleyecekken, garson imdadımıza koştu ve şu anda ne yediğimizi söyleyemesem de her bir siparişimizin ultra leziz olduğunu belirtmem gerek. Biraz midemiz şişerek döndük otelimize geri.
Gün 6: Çarşamba
Bilin bakalım sabah kaçta kalktık J 6! Bugün biraz daha sanatsal takılalım dedik, metroya giderken Starbucks’tan kahvemizi alıp bir Amerikan özentisi yaşadık, ordan metro ve işte Central Park’tayız!
Renklerin güzelliğini anlatamam, sanki bir film setindeyiz. Yerlerde ve ağaçlarda turuncu sararmış yapraklar, aralarda yeşillik ve masmavi bir Manhattan gökdelenleri ile dolu gökyüzü! Parkın içinden geçtik ve Metropolitan Museum’a gittik. Nam-ı diğer Mets. Dünya tarihi ile ilgili çeşitli objeler, mobilyalar, takılar, savaş ekipmanları vb arasında kaybolduk. Özellikle Oceania bölgesine ait sergilenen objelere aşık oldum. 3 saatte bu bahsettiklerimi zor tamamladık. Bu arada ilkokul öğrencileri gelmişler, öğretmenleri ile, tabloların arasında bir yerde oturuyorlar ve eserleri nasıl değerlendirmeleri gerektiğini öğreniyorlar, hayran kaldım, ben de oturdum dinledim resmen. Ordan çıktık, güneşin altında merdivenlerde oturduk, bir blues grubu geldi, My Girl i söylemeye başladılar ve ben mest oldum. Diyorum hayattaki mutluluklar “anlar”dan ibaret ve ben burada birçok an yaşıyorum, başka birhayat yaşıyorum. Mini konserimizden sonra bir diğer indirimli depatment store olan Ross’a gitmek istedik ve aynı bloku 82 kere dolanarak, en sonunda elimizdek adresin mağaza değil de merkez ofisi olduğunu anladık. Ama bir ısrarcıyım ben sormayın, Nevra’nın sabrına hayran kaldım J Öğlen yemeği vakti geldiğinde, bize Le Meridien Otel’in içinde Burger Joint adlı bir hamburgerciye gitmemizi önermişlerdi: kocaman şık bir plazaya giriyorsunuz, solda siyah bir perde var ve içeri girince karanlık bir Marmaris büfe karşınızda J inanılmaz, cidden beklenmedik, 2 gün önce yediğimiz hamburgerle kıyaslanınca bu bir alt kademedeydi, bir de cok soğanlıydı mahvetti bizi ama deneyim icin bile gidilir.
Yürüyüş ve mağaza bakmaya devam ve meşhur 5. Caddeye geldik, abartıyolar canım bu mağazaları, hiçbirşey almadık tabii J Yürürken bir parkın önünden geçtik ama Ortaköy gibi mini mini standların olduğu bir park, yılbaşı ağaçları, süslemeler, ileriye dogru yürüdük kocaman bir buz pateni pisti etrafta masalarda izliyor insanlar kayanları. Sonradan adının Bryant Park oldugunu öğrendiğimiz bu parkta, veranda gibi bir yerde sallanan koltukta oturup sıcak şarabımızı içtik, işte bir başka mutlu an daha... Çok keyifliydi. Ordan yavaş yavaş otelimize döndük ve üstümüzü değiştirip çıktık.
Bu gece Özgür ve Zeynep’le Ai Fiori adlı, Michelin yıldızı
kazanmış bir Italyan restaurantına gidiyoruz. Salatasından raviolisine ve etinden
tatlısına kadar ne yediysek üstündü. Benim ilk Michelin yıldızlı restaurantım
oldu ve diğer gittiğimiz restaurantlardan fazla ödemediğimizi (diğerleri de pek
ucuz diildi gerçiJ
söyleyebilirim ama içlerinde en lezizi bu idi.
Gün 7: Perşembe
Erken kalkmaya devam, gerçek Amerikan hayatını yaşicaz hırsımızı bir adım öteye götürdük ve Nevra’nın bir işi için önce postaneye! sonra da para transferi yerine gittik. Halka karıştık. Ordan gene Century 21. Nevra ile ayrıldık ben TJ Maxx ve ordan Chelsea bölgesine gittim. Yeni binalar, bohem bir ortam, önerilen bir kaç yer vardı bunlardan biri de Magnolia adlı bakery idi ancak bulamadım. Next time!
Ordan dünyanın en büyük mağazası olduğunu iddia eden Macy’s e gittim, dolandıktan sonra odaya giderek bavullarımı yerleştirdim. Ne de olsa 1 günümüz kalmıştı ve bavullara nasıl sığacağımı kara kara düşünüyordum. Nevracık da geldi en sonunda ve “How to succeed in life” adlı Daniel Radclife’in yani Harry Potter’ın oynadığı müzikale gittik. 3 saat süren, muhteşem dekorlar muhteşem şarkılar, ben ben diilim kendimden geçtim, nasıl vakit geçti cidden anlamadık ve tadına doyamadık. Boşuna Broadway demiyorlar bunu anladık.
Gün 8: Cuma
Son tam günümüz. Bir başka önerilen restaurant Balthazar’da- Soho’da- kahvaltıya gittik, bu yerlerin hepsi mi birbirine benzer kardeşim, ama lezizdi J Ordan Nevra ile gene yollarımızı ayırdık, ben Madison Sq in orada gördüğüm kocaman Borders adlı kitapçıya gitmeye koyuldum. Gittim, sınırları ortan kaldırmışlar J yeller esiyo kitapçı yerinde. Yürüye yürüye devam ettim yoluma, o gün de Gaziler günü imiş, kaldırımlarda barikatlar, etrafında kalabalık filan, yok Vietnam gazileri, yok 9/11 itfaiyecileri yok Irak gazileri ve hatta gazi köpekleri vb bir yürüyüş yapıyorlar, nasıl etkilendim anlatamam, sanki ben orada yaşıyorum. Bir o kadar da üzüldüm, biz burda hiç değer kıymet bilmiyoruz, nasyonalist duygularım kabardı.
Otele döndüm bana en yakın Barnes and Nobles (başka bir kitapçı) nerde söyle dedim Pertev’e. Abla çok uzakta dedi bana J Ben de ben günde kaç milyon blok yürüyorum sen biliyo musun bana koymaz dedim ve 20 blok ötedeki bir yerin adresini verdi. Oraya giderken, International Center of Photography’nin önünden geçmiştim ve buraya da ilk NY ziyaretimde gelmiş, Amerika’daki zenci hakları ve kadınların oy hakkı kazanması ile ilgili sergileri büyülenerek izlemiştim. Bu sefer Vogue mu bir derginin arşivinden fotoğraflar ve çalışmalar vardı üst katta, e güzel sanatsal yaklaşımlar. Asıl alt katta kanım dondu. Fotoğraf tarihe tanıklıktır gibi klişe laflar var ya, gerçeklik kazandı benim gözümde. 9/11 faciası olduğu gün ve sonrasına ilişkin fotoğraflar toplamışlar. Olduğu ilk gün dumanların çıktığı anlar, WTC binasının içinde patlamış ofisler, erimiş metaller, cenaze törenleri, tanıdıklarını arayan insanların dağ gibi notları. En çarpıcısı, evi o alana bakan bir kadın, can güvenliği ve sağlık sebebiyle evini boşaltıyor. Kadın kamerasını koyuyor ve 90 gün boyunca kazı alanında çekim yapılıyor. İlk günlerdeki hassas çalışmalar, elleriyle kazdıkları yerlerden cesetler çıkması filan aklımdan gitmiyor. Çok etkinlendim ve üzüldüm. (o fotoğraflara bakmak isterseniz: http://hereisnewyork.org/)
Ordan çıktım ve bu sefer Barnes and Nobles’a gittim. Dekorasyon kitapları koridorunda yere çöktüm, aldım yanıma nerdeyse 20 tane kitap ve hayallere daldım resmen. Fonda Frank Sinatra’nın albümü, tam 3 saat evimi şöyle yaprım, kursta böyle anlatırım şeklinde mutlu mesut anlar yaşadım. Yine ve yeni anlar... Odaya gidip dinlendikten sonra Nevra ile buluştuk, otelin bir üst sokağında Trattoria Trecolori adlı italyan restaurantında yemek yedik. Ordan son gecemiz şerefine Çağlalarla adresini Spring Street – Oscar Cafe olarak aldığımız için, topuklularla ayazda 1 saat ileri geri yürüyerek bulmaya çalıştığımız mini bara gittik. Toplasan 20 kişi alır. İçeridekilerin 2si Amerikalı, bir nereli oldugunu bilmediğim ama hoş garson var ve gerisi Türk J İçeride sigara içmek yasak, dışarıda da alkol almak! Bizim Türklere hiç uymadı bu iş. Sezen Aksu çalmaya başladıktan sonra biz yavaş yavaş taksiye atladık ve gittik.
Gün 9: Cumartesi
Son gün, 13’te transfer aracı alacak bizi. Sokakta bir krepçide kahvaltı yaptıktan sonra, Hell’s Kitchen adlı bit pazarına gittik. Bazıları gerçekten eski eşyalar bazıları da Çinden getirip koymuş resmen oraya. Bavulda bir iğne için bile yer kalmadığından hiçbir şey almadık tabii. Ordan ben otele döndüm. Bizi alması gereken transfer aracı 13 yerine 13.30da geldi. Ben sanıyorum ki bize özel bir taksi gelecek. Onun yerine 2 sıralı SUV geldi. Arkada yaşlı bir çift, biz onların önünde şöförün arkasındayız. Uçakta bavul limiti max 2 adet kişi başı. Geç kalmışız direk havaalanına gidiyoruz sanırken başka bir yerden Rus bir kadını almaya gittik. Kadın 10 kocaman bavulla bekliyo bizi. Şöförün de haberi yok, ingilizce de bilmiyo zaten. Kendine göre bir plan yaptı. Kadını yaşlı çiftin arasına, beni kendi yanına öne aldı, bavulları da benim yerime, Nevra’nın yanına aldı. Ben adamla kavga ettim otele bırakırım filan dedi, ben de bırak dedim, o derece. Aslında sinirden kudurmam gerek ama arkaya bi döndüm, Nevra garibim sol eliyle tuttmuş bavulları üstüne düşmesin diye, bir de bana “merak etme tutuyorum” diyo. Aklıma geldikçe hala gülüyorum. Neyse sağ salim vardık havaalanına, pişkin şöför bahşiş istedi bi de utanmadan.
Dönene kadar bizim maceralarımız bitmez. O sabah uçakta arkalardan yer ayırdık. Planımız 4 koltuklu orta sıranın koridorlarında oturmak, böylelikle birisi gelmezse ayaklarımızı uzatıp uyuycaz. Arkadaş canlısı hostes, check in yaparken biz ayrı gayrı düştük diye, bize sormadan Nevra’nın yerini değiştirmiş ve yanıma koymuş. Uçağa bindik, Nevra meşhur “excuse me” si ile stewart ı çağırdı, olayı anlattı ve adam direk “sonuç olarak arkadaşınızın yanında oturmak istemiyosunuz di mi doğru anladım” dedi. Ben dahil bir sürü yolcu gülmekten koptuk. Neyse ki şanslıydık, hiç kimse gelmedi, sanki yatakta yatıyo gibi uzanarak rahat rahat geldik.
Gün 5: Salı
Bugün Manhattan’ın dışında bir Woodburry adlı outlete gidicez. Internetten mağazalara baktık, hangilerine gidiceğimizin listesini yaptık. Otelin üst sokağında bir yerden otobüs ayarladık, otobüsün park ettiği yerin önünde bir bagel cı vardı, leziz bir bagel alarak otobüse bindik. Bize yerleşim planı verdiler, gideceğimiz mağazaları işaretledik filan, çok komikti. İndik ve Nevra ile “ayrı mağazaların insanlarıyız” deyip yollarımızı ayırdık. Bu arada her önüne gelen birşey sipariş etti, elimde bir liste var ki birkaç sf. Neyse ki, birkaç ayakkabı ve birkaç çanta için bile oraya gitmeye değdi J Nevra alışverişini bitiremediği için 4 otobüsü ile benle gelmedi. Ben de otobüsten inip Duane Reade’e gidip makyaj malzemelerine saldırdım (bir gün önce de Mac’ten almıştım ıvır zıvır). Gören cidden beni profesyonel bir makyaj sanatçısı sanabilir, o kadar çok kozmetik almışım (annem zaten Nevra’yı uyarmış aldırtma ıvır zıvır diye).
Akşam için Robert de Niro’nun yeri Nobu’da yer ayırttık. Burası da füzyon bir Uzakdoğu restaurantı. Biz gene menüde yazan hiçbirşeyi anlamadığımız için, tam sushi söyleyecekken, garson imdadımıza koştu ve şu anda ne yediğimizi söyleyemesem de her bir siparişimizin ultra leziz olduğunu belirtmem gerek. Biraz midemiz şişerek döndük otelimize geri.
Gün 6: Çarşamba
Bilin bakalım sabah kaçta kalktık J 6! Bugün biraz daha sanatsal takılalım dedik, metroya giderken Starbucks’tan kahvemizi alıp bir Amerikan özentisi yaşadık, ordan metro ve işte Central Park’tayız!
Renklerin güzelliğini anlatamam, sanki bir film setindeyiz. Yerlerde ve ağaçlarda turuncu sararmış yapraklar, aralarda yeşillik ve masmavi bir Manhattan gökdelenleri ile dolu gökyüzü! Parkın içinden geçtik ve Metropolitan Museum’a gittik. Nam-ı diğer Mets. Dünya tarihi ile ilgili çeşitli objeler, mobilyalar, takılar, savaş ekipmanları vb arasında kaybolduk. Özellikle Oceania bölgesine ait sergilenen objelere aşık oldum. 3 saatte bu bahsettiklerimi zor tamamladık. Bu arada ilkokul öğrencileri gelmişler, öğretmenleri ile, tabloların arasında bir yerde oturuyorlar ve eserleri nasıl değerlendirmeleri gerektiğini öğreniyorlar, hayran kaldım, ben de oturdum dinledim resmen. Ordan çıktık, güneşin altında merdivenlerde oturduk, bir blues grubu geldi, My Girl i söylemeye başladılar ve ben mest oldum. Diyorum hayattaki mutluluklar “anlar”dan ibaret ve ben burada birçok an yaşıyorum, başka birhayat yaşıyorum. Mini konserimizden sonra bir diğer indirimli depatment store olan Ross’a gitmek istedik ve aynı bloku 82 kere dolanarak, en sonunda elimizdek adresin mağaza değil de merkez ofisi olduğunu anladık. Ama bir ısrarcıyım ben sormayın, Nevra’nın sabrına hayran kaldım J Öğlen yemeği vakti geldiğinde, bize Le Meridien Otel’in içinde Burger Joint adlı bir hamburgerciye gitmemizi önermişlerdi: kocaman şık bir plazaya giriyorsunuz, solda siyah bir perde var ve içeri girince karanlık bir Marmaris büfe karşınızda J inanılmaz, cidden beklenmedik, 2 gün önce yediğimiz hamburgerle kıyaslanınca bu bir alt kademedeydi, bir de cok soğanlıydı mahvetti bizi ama deneyim icin bile gidilir.
Yürüyüş ve mağaza bakmaya devam ve meşhur 5. Caddeye geldik, abartıyolar canım bu mağazaları, hiçbirşey almadık tabii J Yürürken bir parkın önünden geçtik ama Ortaköy gibi mini mini standların olduğu bir park, yılbaşı ağaçları, süslemeler, ileriye dogru yürüdük kocaman bir buz pateni pisti etrafta masalarda izliyor insanlar kayanları. Sonradan adının Bryant Park oldugunu öğrendiğimiz bu parkta, veranda gibi bir yerde sallanan koltukta oturup sıcak şarabımızı içtik, işte bir başka mutlu an daha... Çok keyifliydi. Ordan yavaş yavaş otelimize döndük ve üstümüzü değiştirip çıktık.
Bryant Parktaki buz pisti |
Gün 7: Perşembe
Erken kalkmaya devam, gerçek Amerikan hayatını yaşicaz hırsımızı bir adım öteye götürdük ve Nevra’nın bir işi için önce postaneye! sonra da para transferi yerine gittik. Halka karıştık. Ordan gene Century 21. Nevra ile ayrıldık ben TJ Maxx ve ordan Chelsea bölgesine gittim. Yeni binalar, bohem bir ortam, önerilen bir kaç yer vardı bunlardan biri de Magnolia adlı bakery idi ancak bulamadım. Next time!
Ordan dünyanın en büyük mağazası olduğunu iddia eden Macy’s e gittim, dolandıktan sonra odaya giderek bavullarımı yerleştirdim. Ne de olsa 1 günümüz kalmıştı ve bavullara nasıl sığacağımı kara kara düşünüyordum. Nevracık da geldi en sonunda ve “How to succeed in life” adlı Daniel Radclife’in yani Harry Potter’ın oynadığı müzikale gittik. 3 saat süren, muhteşem dekorlar muhteşem şarkılar, ben ben diilim kendimden geçtim, nasıl vakit geçti cidden anlamadık ve tadına doyamadık. Boşuna Broadway demiyorlar bunu anladık.
Gün 8: Cuma
Son tam günümüz. Bir başka önerilen restaurant Balthazar’da- Soho’da- kahvaltıya gittik, bu yerlerin hepsi mi birbirine benzer kardeşim, ama lezizdi J Ordan Nevra ile gene yollarımızı ayırdık, ben Madison Sq in orada gördüğüm kocaman Borders adlı kitapçıya gitmeye koyuldum. Gittim, sınırları ortan kaldırmışlar J yeller esiyo kitapçı yerinde. Yürüye yürüye devam ettim yoluma, o gün de Gaziler günü imiş, kaldırımlarda barikatlar, etrafında kalabalık filan, yok Vietnam gazileri, yok 9/11 itfaiyecileri yok Irak gazileri ve hatta gazi köpekleri vb bir yürüyüş yapıyorlar, nasıl etkilendim anlatamam, sanki ben orada yaşıyorum. Bir o kadar da üzüldüm, biz burda hiç değer kıymet bilmiyoruz, nasyonalist duygularım kabardı.
Otele döndüm bana en yakın Barnes and Nobles (başka bir kitapçı) nerde söyle dedim Pertev’e. Abla çok uzakta dedi bana J Ben de ben günde kaç milyon blok yürüyorum sen biliyo musun bana koymaz dedim ve 20 blok ötedeki bir yerin adresini verdi. Oraya giderken, International Center of Photography’nin önünden geçmiştim ve buraya da ilk NY ziyaretimde gelmiş, Amerika’daki zenci hakları ve kadınların oy hakkı kazanması ile ilgili sergileri büyülenerek izlemiştim. Bu sefer Vogue mu bir derginin arşivinden fotoğraflar ve çalışmalar vardı üst katta, e güzel sanatsal yaklaşımlar. Asıl alt katta kanım dondu. Fotoğraf tarihe tanıklıktır gibi klişe laflar var ya, gerçeklik kazandı benim gözümde. 9/11 faciası olduğu gün ve sonrasına ilişkin fotoğraflar toplamışlar. Olduğu ilk gün dumanların çıktığı anlar, WTC binasının içinde patlamış ofisler, erimiş metaller, cenaze törenleri, tanıdıklarını arayan insanların dağ gibi notları. En çarpıcısı, evi o alana bakan bir kadın, can güvenliği ve sağlık sebebiyle evini boşaltıyor. Kadın kamerasını koyuyor ve 90 gün boyunca kazı alanında çekim yapılıyor. İlk günlerdeki hassas çalışmalar, elleriyle kazdıkları yerlerden cesetler çıkması filan aklımdan gitmiyor. Çok etkinlendim ve üzüldüm. (o fotoğraflara bakmak isterseniz: http://hereisnewyork.org/)
Ordan çıktım ve bu sefer Barnes and Nobles’a gittim. Dekorasyon kitapları koridorunda yere çöktüm, aldım yanıma nerdeyse 20 tane kitap ve hayallere daldım resmen. Fonda Frank Sinatra’nın albümü, tam 3 saat evimi şöyle yaprım, kursta böyle anlatırım şeklinde mutlu mesut anlar yaşadım. Yine ve yeni anlar... Odaya gidip dinlendikten sonra Nevra ile buluştuk, otelin bir üst sokağında Trattoria Trecolori adlı italyan restaurantında yemek yedik. Ordan son gecemiz şerefine Çağlalarla adresini Spring Street – Oscar Cafe olarak aldığımız için, topuklularla ayazda 1 saat ileri geri yürüyerek bulmaya çalıştığımız mini bara gittik. Toplasan 20 kişi alır. İçeridekilerin 2si Amerikalı, bir nereli oldugunu bilmediğim ama hoş garson var ve gerisi Türk J İçeride sigara içmek yasak, dışarıda da alkol almak! Bizim Türklere hiç uymadı bu iş. Sezen Aksu çalmaya başladıktan sonra biz yavaş yavaş taksiye atladık ve gittik.
Gün 9: Cumartesi
Son gün, 13’te transfer aracı alacak bizi. Sokakta bir krepçide kahvaltı yaptıktan sonra, Hell’s Kitchen adlı bit pazarına gittik. Bazıları gerçekten eski eşyalar bazıları da Çinden getirip koymuş resmen oraya. Bavulda bir iğne için bile yer kalmadığından hiçbir şey almadık tabii. Ordan ben otele döndüm. Bizi alması gereken transfer aracı 13 yerine 13.30da geldi. Ben sanıyorum ki bize özel bir taksi gelecek. Onun yerine 2 sıralı SUV geldi. Arkada yaşlı bir çift, biz onların önünde şöförün arkasındayız. Uçakta bavul limiti max 2 adet kişi başı. Geç kalmışız direk havaalanına gidiyoruz sanırken başka bir yerden Rus bir kadını almaya gittik. Kadın 10 kocaman bavulla bekliyo bizi. Şöförün de haberi yok, ingilizce de bilmiyo zaten. Kendine göre bir plan yaptı. Kadını yaşlı çiftin arasına, beni kendi yanına öne aldı, bavulları da benim yerime, Nevra’nın yanına aldı. Ben adamla kavga ettim otele bırakırım filan dedi, ben de bırak dedim, o derece. Aslında sinirden kudurmam gerek ama arkaya bi döndüm, Nevra garibim sol eliyle tuttmuş bavulları üstüne düşmesin diye, bir de bana “merak etme tutuyorum” diyo. Aklıma geldikçe hala gülüyorum. Neyse sağ salim vardık havaalanına, pişkin şöför bahşiş istedi bi de utanmadan.
Dönene kadar bizim maceralarımız bitmez. O sabah uçakta arkalardan yer ayırdık. Planımız 4 koltuklu orta sıranın koridorlarında oturmak, böylelikle birisi gelmezse ayaklarımızı uzatıp uyuycaz. Arkadaş canlısı hostes, check in yaparken biz ayrı gayrı düştük diye, bize sormadan Nevra’nın yerini değiştirmiş ve yanıma koymuş. Uçağa bindik, Nevra meşhur “excuse me” si ile stewart ı çağırdı, olayı anlattı ve adam direk “sonuç olarak arkadaşınızın yanında oturmak istemiyosunuz di mi doğru anladım” dedi. Ben dahil bir sürü yolcu gülmekten koptuk. Neyse ki şanslıydık, hiç kimse gelmedi, sanki yatakta yatıyo gibi uzanarak rahat rahat geldik.
9 gün NY’da ne yapıcaksınız çok uzun olur Miami ye geçin vb
demişlerdi. Hatta biz de, daha yakın Washington’a geçelim demiştik ama iyi ki
programı bu şekilde yapmışız. Hem koşturmadık hem tadını çıkarttık. Bir gün
daha fazla kalsaydık bile farklı birşeyler daha bulacağımıza eminim, mesela
Harlem, Queens, Brooklyn tarafına hiç geçmedik, bizimki halis muhlis Manhattan
seyahati oldu aslında. Artık kısmet gelecek sefere J Benim için 2011 yılının en
iyi seyahati en keyiflisi bu oldu ve dünyanın cidden küçük olduğunu bir kez
daha anladım.
Comments
Post a Comment